İstanbul’un tarihi dokusuna İBB Miras’ın özenli dokunuşlarıyla yeniden hayat veriliyor; şehrin her köşesine yayılan bu yenilenmiş mekânlar ise sanat etkinlikleriyle dolup taşıyor. Bunlardan biri de yaklaşık 325 yıllık tarihiyle Ataköy Baruthane. Osmanlı döneminde İstanbul’un ilk baruthanesi olma özelliği taşıyan yapı, 18. yüzyılın başına uzanan hikâyesiyle endüstri mirasının en önemli örneklerinden. İBB Miras’ın yaptığı restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmaları sayesinde bugün kamusal bir yaşam alanı olarak kapılarını açan yapı, içerisinde bir sanat galerisi barındırıyor. Galeri şu günlerde, sanatçı Deniz Doğruyol’un kişisel dönüşüm, kayıp ve yeniden doğuş temalarına odaklanan Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum sergisini ağırlıyor.
Küratörlüğünü Ceylan Önalp‘in üstlendiği sergide, Ataköy Baruthane’nin tarihi taş duvarları arasında yer alan figürler, kayıp, dönüşüm ve yeniden doğuş temalarıyla kişisel bir ritüel alanı yaratıyor. Geçmişten gelen kırık parçaları dönüştürerek yeni bir benliğe alan açan sergiyi küratörü Ceylan Önalp ile gezdik, sanatçı Deniz Doğruyol ile konuştuk.
Hissetmeye, Yazmaya ve Hatırlamaya Çağrı
Ataköy Baruthane’nin ihtişamlı taş duvarları arasında, tek bir bütün halinde izleyiciyle buluşan sergi, ilk adımda şaşırtan ve derinden etkileyen güçlü bir atmosfer kuruyor. El yazısıyla duvarlara işlenmiş kısa cümleler, kâğıttan tuzluklar, eski saatler, kitaplar ve serginin tam ortasında konumlanan bir dilek ağacı… Tüm bu öğeler birbiriyle uyum içinde bir ritim tutturuyor ve izleyiciyi serginin içine, adeta bir ritüelin parçası olmaya davet ediyor.
Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum, hiç kuşkusuz sanatçının ve küratörün tüm hünerlerini bir araya getiren; uyumu, detayları ve yarattığı duygusal etkiyle öne çıkan bir sergi. İçerideki öğelerin izleyiciyle doğrudan, yönlendirilmeden ilişki kurması özellikle tercih edilmiş. Ancak zamanla, bazı küçük dokunuşlar ve müdahalelerle bu birliktelik daha da derinleşmiş.
Küratör Ceylan Önalp, bu çok katmanlı sergiyi şöyle anlatıyor:
“Deniz’in çoğunlukla kağıt hamuruyla çalışıyor olması anlamlıydı. Bu malzeme hataya açık ama aynı zamanda dönüştürülebilir; tıpkı serginin temaları gibi. Bir hata yapıldığında, suyla tekrar şekillendirilebiliyor. Bu özellik, yeniden doğuş fikrini doğrudan malzemenin kendisine taşıyor. Sergide yer alan figürlerden biri, çeşmede bulunmuş eski bir çerçeveyle başladı. Bu sergide asıl mesele, o ‘bir kere oldum, bin kere doğdum’ fikri. Doğarken bir kez geliyoruz dünyaya ama yaşarken, hayatın içinden geçerken defalarca yeniden doğuyoruz. Bazı yerleştirmeler de süreç içinde kendiliğinden şekillendi. Mum izlerini andıran detaylar, ya da sonradan üzerine kelimeler eklenen heykeller… Bunlar serginin başında planlanmamıştı ama süreç içinde doğal olarak ortaya çıktı. Tıpkı kağıt hamurunun esnekliği gibi, sergi de kendini yoğurarak yeniden biçim aldı.”
Sergide duvarlara renkli harflerle yazılmış cümleler de dikkat çekiyor. Bu ifadeler, sanatçının kendine meditasyon yaparken sıkça tekrar ettiği sözler. “Kendimi unuttuğum yerde kendime sarıldım” cümlesi, serginin çıkış noktalarından. Devamında yer alan “Her halimin gözlerinden öperim”, “Ben bana emanetim” ve “Her mevsim yeniden doğarım” gibi cümleler ise bu içsel yolculuğun birer durağı gibi konumlanıyor. Ziyaretçiye yalnızca izlemek değil, bu ritüelin bir parçası olma hissi de sunuluyor.
Benden Önce, Benden Sonra
Sergi küratörü Ceylan Önalp, “Ben renklerle ve seslerle de çalışan biriyim. Bu sergideki renklerin büyük bölümü Deniz tarafından el ile karıştırılarak oluşturuldu. Renklerin de tıpkı sözcükler gibi kişisel bir hafızası, hissi var. Her şey kendi ritminde oluştu. Sergideki renklerin her biri, doğada bir bitkinin ya da canlının doğuş anındaki renklerden bir kesit. Bu, serginin kurulumunda da kendini gösteriyor; biraz zorlukla ekledik ama bu renkler sergiye anlamlı bir derinlik katıyor. Renklerin ucunda ‘yaşa’ yazısı yer alıyor; bunu da adeta bir noktalı virgül gibi düşündüm. Kendine sımsıkı sarılıp tekrar doğduğun o anın tam karşılığı” diyor.
Sergideki spiral form, “benden önce, benden sonra” gibi bir başlangıç noktasını simgeliyor. Ve tüm bu figürler, tamamı kağıt hamurundan yapılmış; antika pazarından ya da sanatçının evinden toplanan buluntu objelerle bütünleşiyorlar. Serginin önemli parçalarından biri de sesle kurulan bağ. Şöyle devam ediyor:
“Mesela bir saat, sanatçının yeniden yazdığı, sinestezi bağlamında sesin titreşim gücüyle hayat buluyor. Doğada tüm canlıların titreştiğine, mantarların ağaçlara depremi haber verdiğine dair bilimsel gerçeklerden ilham alınıyor. Ayrıca, bir bebeğin anne karnına düştüğü anda annesinin kalp sesiyle var olmaya başlaması düşüncesi, bu seslerin merkezinde yer alıyor. Kalp sesi ve su damlalarının remix’i gibi bir ses düzenlemesiyle izleyici bu yeniden doğuşu hissediyor.”
“Ben Bana Emanetim”
Kağıt hamuruyla yapılmış heykelin üstündeki kelimeler ise sanatçının hayata ve kendine olan güvenini yansıtıyor: “Güvenmek”, hem kendine hem hayata karşı… Bu renkler ve kelimeler, bir anın büyüklüğünü, “şimdi ve burada” olmayı ve bazen anlık bir deneyimin bir ömür etkisi yaratmasını simgeliyor.
“Sergide sanatçının en sevdiği cümlelerden biri, ‘Ben bana emanetim’… Hayatta birbirimize emanet ettiğimiz gibi, aslında en önemli emanetin kendimize güvenmek olduğunu vurguluyor. Kendini güvence altına almak, birey olmanın temel adımlarından biri. Bir diğer dikkat çekici detay ise ‘Her mevsim yeniden doğarım, kendimden çiçek açarım’ gibi ifadelerle birlikte kelebeğin yeniden doğuşu teması. Bu, serginin organik ve sürekli dönüşüm temasını tamamlıyor,” diye ekliyor.
Sergide yer alan objelerden biri de eski bir şömine stoperi; üzerine yerleştirilen fanus, kelebeğin yeniden doğuşuna referans veriyor.
“Ve son olarak, serginin başlangıç noktası sayılabilecek bozuk bir keman var. Sanatçı bu kemanı bir ustaya parçalattırmış ve üstüne kelebek figürleri eklemiş. Bu obje, serginin dönüşüm ve yeniden doğuş temasının somut bir simgesi olarak öne çıkıyor,” diye vurguluyor.
Başlangıç ya da Son Yok
Sergideki kağıt hamuru tuzluklar, hayatı kutlamak ve her şeye rağmen şükretmek için tasarlandığını anlatıyor küratör. Ayrıca ziyaretçilerin kendi dileklerini yazabilmesi için küçük bir alan yaratılmış: dilek ağacı. Hayatı kutlamak ve şükretmek için küçük bir ritüel alanı yaratıyor. Ziyaretçiler buraya kendi dileklerini yazıp asabiliyorlar.
Sergide yer alan objeler, antika pazarından toplanmış ve evden getirilmiş, her biri kişisel ve anlamlı parçalar. Mumların üstüne ise “aşk” ve “hafıza” yazılmış. Küratör şöyle devam ediyor:
“Buradaki aşk, bildiğimiz fiziksel anlamın ötesinde, ilahi bir sevgi; kişinin kendisini her haliyle, bütün halleriyle sevmesi anlamında. Hafıza ise unutmanın ötesinde; affetmekle birlikte yaşadığımız deneyimlerden ders çıkarma üzerine kuruluyor. ‘Kendimi unuttuğum yerde kendime sarıldım’ cümlesi, bu döngüyü çok güzel bir şekilde ifade ediyor.”
“Sergide belirgin bir başlangıç ya da son yok; tıpkı bir şarkının bölümleri gibi, isteyen istediği noktadan girip deneyimleyebiliyor,” diyor. Sergi mekânı Baruthane’nin geçmişinde defalarca yanıp yeniden doğmuş olması da, serginin yeniden doğuş temasına bir anlam katıyor. Mekân ve eserler arasında organik bir bütünlük var; buluntu ve geri dönüştürülmüş malzemelerle yapılan işler, tıpkı mekân gibi yeniden şekillenip hayat buluyor. Serginin bir de alt katı bulunuyor:
“Alt kat, serginin en çok kullanılan ve kavramsal anlam taşıyan alanı oldu. Burada, dilek ağacının kökleri betonun içinde ışıkla yansıtıldı ve James Joyce’un ‘Odysseia’ından ilham alan gemi yerleştirmeleriyle sürekli bir yolculuk ve dönüşüm teması işlendi. Mekanın tarihiyle de örtüşen bu alan, izleyiciyle sanatçı arasındaki bariyeri kaldırarak serginin samimi ve dokunaklı atmosferini güçlendirdi.”
“Binlerce Doğumun İzini Sürmeye Davet”
Renklerle, sesle ve mekânla kurulan bu çok katmanlı ilişki, izleyicinin kendi yolculuğunu keşfetmesine olanak tanıyor. Kendi kendine güvenmek, kendini emanet etmek ve hayatın sırtını yaslamak üzerine kurulu bu sergiyi bu kez de sanatçısı Deniz Doğruyol ile konuşuyoruz.
Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum fikri ilk olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktı? Bu sergiyi yaratmaya sizi iten kişisel ya da dışsal bir kırılma noktası oldu mu?
Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum fikri, metamorfoz üzerine okumalar yaptığım bir dönemde ortaya çıktı. Paul Klee’nin “Sanat Öğretisi ve Kuramı” kitabında, kaynağı Goethe’nin metamorfoz öğretisine dayanan ‘sonsuz oluş’ ilkesine denk geldim. Bu ilke, sürekli hareket eden, asla sabitlenmeyen bir varoluş halinden bahsediyordu. Hepimizin bir tohum olduğu ve içinde binlerce doğum ihtimalini taşıdığı fikri beni derinden etkiledi. İnsan hayatı da işte böyle: kırılmalarla, kayıplarla defalarca çözülüp yeniden şekilleniyor. Sergi hayatın bize sunduğu sayısız dönüşümü hatırlatıyor; her kırılmada, her yeniden başlamada saklı doğumları fark etmeye çağırıyor. İzleyiciyi de kendi içindeki binlerce doğumun izini sürmeye davet ediyor.
Sergide dönüştürülmüş malzemeler kullanıyorsunuz. Bu tercih ile ne anlatmak istediniz? Malzemenin dönüşümü ile insanın dönüşümü arasında nasıl bir paralellik kuruyorsunuz?
Sergi, insanın defalarca dönüşüp yeniden doğabileceği düşüncesinden yola çıkıyor. Sergide kullandığım malzemeler de bu fikrin somut karşılığı. Kağıt hamuru, eski eşyalar, artık işlevini yitirmiş parçaları alıp onlara yeni bir hayat veriyorum. Tıpkı insanın kendi kırılmalarından sonra yeniden doğması gibi, bu malzemeler de yeni bir formda varlıklarını sürdürüyor. Malzemenin geçirdiği dönüşümle insanın dönüşümü arasında derin bir paralellik görüyorum: her ikisi de geçmişin izlerini taşırken geleceğe başka bir bedenle, başka bir anlamla doğuyor. Bu yüzden işlerimdeki her malzeme aslında bir yeniden doğuşun kanıtı. Sergi Mekanın da burada hikayeye müthiş bir katkısı var, şöyle ki Baruthane 18.yy da Osmanlıya savaş hammaddesi üreten bir yer, defalarca da yangın geçirip küllerinden yeniden doğan bir mekan, ve bugün kendimizi ve hayatı kabulden beslenen, özünü sevgiden alan bir kavramı anlatan bir sergiye ev sahipliği yapıyor bence müthiş bir dönüşüm. Sergi malzeme ve mekan birbirinin her anlamda eşlikçisi, Bu derinden gelen dönüşüm gücü de izleyiciye yansıyor.
Bir söyleşinizde “doğa dönüşümü kabulleniyor, insan ise direniyor” diyorsunuz. Sizce bu direnç neden kaynaklanıyor ve sanat bu direnci aşmakta nasıl bir rol oynayabilir?
Doğa kendini akışa bırakıyor; yaprak düşüyor, tohum çürüyor, yeniden filizleniyor, su yolunu bir şekilde buluyor. Teslimiyet onun varoluş biçimi. İnsan doğanın bir parçası olduğunu o kadar unutmuş bir halde ki, direnerek yaşamayı normalleştiriyor. Çünkü kontrolü kaybetmekten, bilinmezliğe adım atmaktan korkuyor. Oysa biz de doğanın bir parçasıyız, onunla aynı döngülerin içindeyiz. Sanat, bu unutulmuş bağı yeniden hatırlatıyor: izleyiciyi teslimiyetin zarafetine, değişimin aslında yaşamın özü olduğuna çağırıyor. Böylece direnç, yavaşça bir kabullenişe, kabulleniş de yeni bir doğuma dönüşüyor: Varoluşu hatırlamayı kutla..
Carl Jung’un arketip kuramı, kendi içsel dönüşümünüzle nasıl örtüştü? Bu kuram eserlerinize nasıl yön verdi?
Jung’un arketipleri bana kendi içsel haritamı keşfetmekte çok yerinde ipuçları verdi ve veriyor. Onun söz ettiği gölge, anime, kahraman ya da bilge figürler, aslında hayatımda karşılaştığım dönüşümlerin sembolik karşılıkları oldu. Her bir kırılmada kendi gölgemle yüzleştim, içimdeki çocuğu kucakladım, yeniden doğuşun kahramanını buldum. Bu arketipler eserlerime de yön verdi; çünkü işlerim yalnızca kişisel bir hikâyenin izlerini taşımıyor ,aynı zamanda kolektif bilinçdışının çağrışımlarına dikkat çekiyor. Benim hikayemin dışavurumu, bizim hikayemizin, kolektif bir bilinçdışının, hafızanın dışavurumu aslında. Böylece sergideki her iş, izleyiciye kendi arketipleriyle buluşma ve kendi dönüşümüne giden yolları hatırlama imkânı sunuyor.
Ziyaretçileri yazmaya, hatırlamaya ve hissetmeye teşvik eden etkileşimli yerleştirmelerle neyi hedeflediniz? Sizce izleyicinin sürece dahil olması eserin anlamını nasıl etkiliyor?
İzleyiciyi yazmaya, hatırlamaya, dileğini fısıldamaya davet ederek aslında kendi iç dünyasına bir ayna tutmasını istedim. Sergideki “kalp atışı ve su sesi” ses yerleştirmesi daveti duyulara taşıyor; rahmin ritmini, doğum öncesinin sessiz güvenini ve yaşamın kaynağına dönüşün metaforunu fısıldıyor. Aslında farklı duyu organlarını tetikleyici niteliğinde malzemelere başvurmamın sebebi Benim başlattığım hikâyeyi izleyicinin katkısıyla çoğaltıp, yeniden doğumlara kolektif bir alan açmak. Bu karşılaşmada sanat, tek başına bir anlatı olmaktan çıkıyor; ortak bir hafıza, ortak bir dönüşüm alanına dönüşüyor. Benim için bu sergi, sadece sanatçının hikâyesi değil, kolektif bir hafızanın alanı. Ve bu bana olduğu kadar izleyiciye de kendi “Varoluşunu Kutlamaya” fırsat tanıyor.