Müzikleri, sahneleri ve Marlon Brando ve Al Pacino‘nun dahil olduğu oyuncu kadrosuyla akıllara kazınan suç filmi “Baba” (The Godfather) bundan 52 yıl önce, 14 Mart 1972’de, New York’da prömiyer yaptı. Film yayımlanmadan önce birçok kişi tarafından suça ve mafyaya özendirmekle suçlanmıştı. Fakat filmin yönetmeni Francis Coppola öyle düşünmüyordu. Coppola filmin güç, güçlü aileler, gerçek gücün dünya üzerinde nasıl çalıştığı hakkında olduğunu biliyordu.
Coppola, Mario Puzo‘nun çok satan 1969 tarihli romanının uyarlamasını yönetme şansı yakaladığında sadece 29 yaşındaydı. Hikaye, II. Dünya Savaşı sonrası bir dönemde geçiyordu ve odak noktası New York’lu bir mafya ailesiydi. Film, baba Don Vito Corleone (başkahraman Baba) önderliğindeki ailenin, acımasız suç dünyasında hayatta kalma mücadelesine odaklanıyordu.
Coppola başlangıçta kitaptan pek hoşlanmadı. Mafyaya karşı pek bir ilgisi yoktu. Hatta kitabı ilk okuduğunda, hikayedeki bazı unsurlardan rahatsız oldu ve bu kısımlar film uyarlamasına dahil edilmedi.
Coppola, yazar Puzo gibi İtalyan-Amerikan kökenli olması nedeniyle, hikayeye işlemiş kültürü, gelenekleri ve aile ritüellerini anlayabiliyordu. Kitabı tekrar tekrar okudukça hikayenin suç, cinsellik ve intikamdan çok daha fazlası olduğunu gördü. Hikayeye hakim olan klasik birtakım temalar vardı: Güçlü bir baba ve aile bağları, kaderinden kaçmak isteyen bir oğul, değişen bir toplumla çatışan eski dünya değerleri, onur, ihanet, ve gücün insanları nasıl çirkinleştirdiği bunlardan bazılarıydı. Bunlar, Coppola’nın ilgi duyduğu, kullanışlı temalardı. Bu yüzden Puzo ile senaryo üzerinde çalışırken bu temalara daha çok ağırlık verdiler. Film güç dinamiklerine, güçlü ailelerin yozlaştırıcı etkisine ve ABD’nin dünya sahnesindeki işleyişine ilişkin yorumlar yapıyordu.
51 Yıl Sonra Gelen İtiraf
Gösterime girdikten sonra çok ses getiren “Baba” 1973 yılında, aralarında “En İyi Yönetmen”, “En İyi Uyarlama Senaryo”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Film” dahil olmak üzere toplam 11 dalda Oscar’a aday gösterildi. “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanıp o heykeli elinde tutmak genç ve hırslı Copppola’nın en büyük hayalliydi.
Coppola, aynı sene Amerikan Yönetmenler Birliği Ödülü’nün de sahibi olmuştu. Genellikle bu ödülü kazananların Oscar’ı almasına kesin gözüyle bakılıyordu. Oscar ödül törenine gittiğinde filmin diğer kategorilerde başarısını gören Coppola artık “En İyi Yönetmen” Oscar’ını kazanacağına emindi. Fakat ödülü “Kabare” filmiyle Bob Fosse aldı.
Francis Coppola tam 51 yıl sonra, o güne dair üzüntüsünü dile getirdi. 2024 Mart’ının başında Instagram’dan yaptığı açıklamada o gece, ödülü kazananı duyduğunda çok şaşırdığını ve üzüldüğünü belirtti. Yaptığı açıklamada Fosse’ye saygılarını sunarken artık gençken düşündüğü gibi düşünmediğini belirten Coppola, ödülü hak edenin Bob Fosse olduğunu ifade etti. Fosse’nin olağanüstü bir yetenek olduğunu ve muazzam işlere imza attığını söyleyen Coppola, “Geriye dönüp baktığımda, Bob Fosse gibi bir adama kaybettiğim için gerçekten minnettar olduğumu söyleyebilirim” cümlesiyle açıklamasını noktaladı.
Coppola hayalini kurduğu “En İyi Yönetmen” Oscar’ına iki yıl sonra 1975’te “Baba II (The Godfather Part II)” ile kavuşmuştu.
Amerika’nın Vücut Bulmuş Hali Michael Corleone
Coppola senaryoyu, ABD’nin süper güç olarak ortaya çıktığı bir dönemde yazmaya başlamıştı ve o sırada ülkenin, içinde olduğu küresel olayları kendi lehine şekillendirmek için her eylemini haklı göstermeye çalıştığını hissediyordu.
1940’ların ortalarından 1950’lerin sonlarına kadar uzanan bir zaman çizelgesinde ilerleyen film, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında küresel bir güç haline geldiği döneme denk geliyordu.
Filmde, Corleone’ler göçmen kökenlerine bağlı ve kan bağına önem veren bir aileydi. Aile, gücünü kendi çıkarları doğrultusunda acımasız bir şekilde kullanıyordu; bu durum o dönemki Amerika’nın bir yansımasıydı aslında.
Don Vito Corleone (Marlon Brando oynadı) ailesinin çıkarlarını ve gücünü korumak için pazarlık yapıyor, rüşvet ve gözdağı veriyor ya da şiddete başvuruyordu. Benzer şekilde, ABD’de, Sovyetler Birliği’ni tehdit olarak gördüğü durumda, rakip ülkeleri istikrarsızlaştırmak için gizli operasyonlar yapmasıyla veya rüşvet kullanmakla suçlanıyordu. Diğer ülkelerle ittifaklar kuruyor, onlara koruma vaat ediyor ve ABD çıkarlarının üstün gelmesini sağlamak için elinden geleni yapıyordu.
Oğul Michael Corleone, ülkesi için savaştıktan sonra geri dönen idealist bir üniversite öğrencisiydi. Ailesinin yaptıklarını onaylamıyordu, onlardan farklı olduğu açık ve netti. Tıpkı Michael gibi Amerika da Avrupa’dan doğmuştu, ideallere sahipti.
Filmin ilerleyen dakikalarında, Michael yavaşça babasının rolünü üstlenmeye ve gücünü, tehdit, şantaj veya şiddet yoluyla kullanmaya başlıyordu. Babası gibi saygınlığa önem veriyor; Katolik Kilisesi’yle, işletmelerle ve politikacılarla olan ilişkileri aracılığıyla davranışlarına meşruiyet kazandırıyordu.
Filmin başlangıcında temsil ettiği ideallere ihanet eden Michael, dünya sahnesindeki Amerika’nın metaforuydu adeta. Michael da Amerika gibi, gücün sorumluluklarına ve manipülasyonlarına bulaşmaya başladığında, aynı şekilde ikiyüzlülüğe düşüyordu.
Coppola, o zamanlar Baba üzerinde çalışırken, ABD Vietnam’da yürüttüğü savaşın vahşeti ve insanlık adına çıkan korkunç maliyeti filtreliyordu. Bu durum da insanları ABD’nin orada ne yaptığını sorgulamaya itiyordu. Michael’ın kendi çıkarları için yaptığı şüpheli davranışları ile ABD’nin yurtdışında özgürlük ve demokrasi için savaşma iddiaları arasında paralellik çiziyordu. Amerika da özünde demokrasi ve özgürlük istiyordu fakat arka planda politika gereği yaptığı birçok eylemiyle, tıpkı Michael Corleone gibi, kirlenmişti.
İlk film, Michael’ın, yeni Don ilan edilmesi ve kapının Kay üzerine kapanmasıyla sona eriyordu. Michael’ın eylemleri, bir zamanlar kendini inandığı insanı kirletmiş, sevdikleri ve korumak istediği kişilere korkunç bir bedel ödetmişti. Coppola, filmin sonuyla aynı durumun ABD’nin de başına gelebileceği uyarısını veriyordu.
Dünya Çapında Bir Başarı
Baba, gösterime girdikten sonra, büyük bir başarı elde etti ve bu başarıyı Oscar’la taçlandırdı. Dünya çapında görülen ilgi ve aldığı ödüller, ikinci filmin çekilmesine zemin hazırladı. İlk filmden iki yıl sonra, 1974’te en az ilk film kadar ilgi gören Baba II altı dalda Oscar kazandı.
Yıllar içinde kült bir eser haline gelen Baba, içinde birçok farklı bakış açısını barındırıyordu. Film, ABD kapitalizminin bir metaforu, Amerikan Rüyası üzerine bir yorum ve hatta sinema endüstrisinin kendisine direkt bir eleştiri niteliğindeydi.
Baba yorumlara o kadar açıktı ki John Hulsman ve Wess Mitchell 2009’da “The Godfather Doctrine” (Baba Doktrini) isimli kitabı yayınladılar. Kitap, filmin aslında ABD’nin 11 Eylül sonrası dünyada benimsemesi gereken pragmatik dış politika yaklaşımının bir örneği olduğunu savunuyordu.
Ayrıca film, 1990 yılında Amerikan Kongre Kütüphanesi‘nin ABD Ulusal Film Sicili’nde korunmak üzere seçildi, “kültürel, tarihsel ve estetik açıdan önemli” sayıldı ve American Film Enstitüsü tarafından Amerikan sinemasının (Vatandaş Kane‘den sonra) en iyi ikinci filmi kayıtlara geçirildi.