Banu Cennetoğlu, İMALAT-HANE’de açılan ne karanfil be kurbağa sergisinde; sanat pratiğinin dışına çıkmadan, kişisel olanla toplumsal olanı harmanlayarak, babalık, iktidar, otorite, kayıp gibi kavramların üstünden çok katmanlı bir dille karşımıza çıkıyor. Parçalanıp işlevini tamamen kaybetmiş kitaplardan kurşun ağırlıklara, çinkoya kazınmış anonim özürlerden sönmüş ve paketlenmiş helyum harflerine uzanan işleri; belleğin ve suçun, biraz da iyileşme olanağı olmayan yaraların izini sürüyor.
Serginin küratörü Yavuz Parlar ile sanatçının yürüttüğü yazışmalar ise bir online mecmua olarak bütün zihinsel süreci otosansürsüz gözler önüne seriyor. Banu Cennetoğlu ve Yavuz Parlar ile iktidar, itibar ve inkâr illetleri üstünden babalık, bilginin hâlleri ve sergi sürecinin nasıl geliştiğine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Babalığın ne çok şeyle ilintisi var. Her yerde görebiliyoruz sanki bir “baba”nın izini. Sergi ve Yavuz Parlar’la sergi hazırlık sürecinizde oluşturduğunuz metinde de hem aile içindeki babaya hem de hâllerine sıkça yer veriliyor. Nedir sizin için baba? Hak, had, kayıp ve iktidar ile tok-sik ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Banu Cennetoğlu: Kişisel bir yerden başlarsam, kabaca ve özetle bir musallatlık hâli diyebilirim. Başka türlü olabilmiş babalıkları ve babaları tenzih ederek, babalık benim için hem bireysel hem de toplumsal anlamda kendinden pek memnun ve emin, kibirli, kendi görünmez kitabının egemen doğrularından tereddütsüz (gibi gözüken) bir varoluş.
“Kişisel olarak baba meselesi bu sergiye kadar hiç bu kadar bariz görünür olmamıştı, en azından adıyla, sanıyla.”
Kaçınılmaz olarak bu kurulu ve kurgulu tereddütsüzlüğün sürdürülebilirliği için olmazsa olmaz üç illet: iktidar, itibar ve inkâr. Bunları seven, koruyan, savunan ve bulaştıran, itiraz edeni dışlayan, cezalandıran, “ıslah” etmek isteyen, diğerinin sınırlarını ihlal etmeyi kendinde hak görebilen bunu da o kişinin iyiliği için” yaptığı iddiasıyla meşrulaştırabilen bir yapı diyelim.
Ama tabii ki bu hâl hiç kimsenin tek başına sürdürebileceği bir hâl değil. Etrafındakilerin isteyerek ya da istemeden, dolaylı dolaysız destekleyebileceği bir sarmal da kanımca. Kayıp ve yas meselesi bu sarmalı daha da çetrefilli bir hâle getirebiliyor.
Kişisel olarak baba meselesi bu sergiye kadar hiç bu kadar bariz görünür olmamıştı, en azından adıyla, sanıyla. Kabaca ve özetle bir musallatlık hâliydi demiştim baba/m için; yakın zamanda bir tarafıyla sonlanan. Kendisi hayattayken tutmaya başladığım bir yastı benimki, sanırım. Öte yandan salt benim özelimde olamamış bir babanın yası değil bu tuttuğum; benimkinde ve bir sürü baba figüründe bedenleşen, yüzleşilemeyen bireysel ve toplumsal inkârların, hadsizliklerin de yası olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de sergide yer alabildiğini düşünüyorum.

Yavuz’un da metninde söylediği gibi, ikimizin babalık deneyimi çok farklı olsa da birlikte biraz da genelde musallat olma hâline; mekânlarda, nesnelerde, dilde, hatta sessizlikte kimlerle ve nasıl dolaştığına bakmaya çalıştık.
Mecmuamız nknk-erika’da da paylaştığımız tarifle bitireyim:
Babayı Yemek (4 kişilik, aile boyu)
Malzemeler
1 büyük baba (kemikli)
2 kaşık pişmemiş beklenti
Bir tutam suçluluk tozu
3 litre aile dramı suyu
Tercihe göre biraz miras (isteğe bağlı)
Hazırlık
1. Babayı önce iyice temizle, üzerindeki kahramanlık etiketlerini çıkar.
2. Büyük bir tencereye koy, üzerine bastırana kadar aile dramı suyunu ekle.
3. Beklentileri ve suçluluk tozunu serpiştir, kapağını kapat, yıllarca kaynamaya bırak.
4. Soğuduktan sonra küçük parçalara ayır; gerekirse blender’dan geçir (daha kolay sindirilir).
5. Yanında “kendi hayatını yaşama” garnitürüyle servis et.
Püf Noktası
Tuzu az at: zaten gözyaşlarıyla tuzlu.
Çocuklar için porsiyonu küçült; ağır gelir.
Buzdolabında saklanmaz; yedikten sonra yok olur.

Bilginin nasıl hâl ve el değiştirdiğiyle, nasıl kümelendiğiyle uzun zamandır uğraşıyorsunuz. ne karanfil ne kurbağa sergisi de bunun katmalı bir devamı niteliğinde. Sizin için bilgi sanki hem bir politik mesele hem etik bir sorumluluk alanı hem de sanatsal bir malzeme. Sanat üretiminin odağına koyduğunuz bu kavram sizin pratiğinizde tam olarak nereye oturuyor?
B.C.: “Bilgi”yle olan ilişkimden söz ederken, onun hiçbir zaman tam ve net bir yere oturmadığını, hatta oturtmak istemediğimi söyleyebilirim. Pratiğim içinde farklı pozisyonlar aldıkça bilgiyle ilişkim de değişti, değişiyor. Bu değişim benim için önemli.
Bilgi dediğimiz şeyin ne kılıklara bürünebildiğine haliyle üretim, tasnif, dolaşım, tüketim mekanizmalarına, temsil ile olan çetrefilli ilişkisine bakmaya çalışıyorum. “Kim için, kim tarafından?” sorusu çok basit gibi görünse de bilginin –en azından kendini nesnel, akılcı, evrensel olarak tanımlayanın– şiddetle olan ilişkisine dair net bir şey söylüyor.
Tanıklık etme hâlleri, bilginin iktidar ve inkârla olan ilişkisi, görebilenin ya da görselleştirenin pratiğindeki şiddet… Kendimi de bunun içine koyarak uzun yıllardır üzerine düşünmeye çalıştığım konular.
“Bazı şeyler de ‘ama’sız ve ‘fakat’sız olmalı kanımca.”
2015’te, helyumlu harf balonları ilk kez kullanarak Octave Mannoni’nin şu cümlesini yazmıştım: Çok iyi biliyorum ama yine de. Zamanla büzüşen balonların okunmaz hâle getirdiği bir “ama” olsun istemiştim. Bazı şeyler de “ama”sız ve “fakat”sız olmalı kanımca.

Buruşmuş sözcüklere girmişken, bir süredir demans ve fesih hâlleri üzerine düşünürken ve hayal ederken buluyorum kendimi. Demans istemsiz bir unutma gibi algılansa da bazı versiyonlarında bu bedensel ve zihinsel çözülme, benliğin kendi sürekliliğini feshetme isteği olarak düşünülebilir mi? Babamın son dönemindeki demans süreci ve bu versiyonuyla kurabildiği kısacık da olsa yenilenmiş ilişkiler ile PKK’deki fesih tartışmaları, zihnimde iki çözülme biçimini yan yana getirdi.
Her iki durumu da bildiğimiz biçimleriyle kurucu otoriter anlatının dağılması ve yeni bir anlatı ile ilişki biçimine yer açması/ açılması olarak hayal edebilir miyiz?
Kitapların parçalanması, preslenip briket hâlini alması çok güçlü bir metafor. Sanki bilgi tanınmaz bir hâl alsa da fiziksel bir forma dönüşüyor. Bu işlemin sizde ne tür çağrışımları var? Parçalanma ve yeniden biçimlenme ilişkisini sanatsal olarak nasıl tanımlarsınız?
B.C.: Bu soruya cevap vermek için, sergide olmayan ama Yavuz’un kısaca metinde değindiği False Witness (Yalancı Şahit) hakkında biraz daha detaylı bilgi vermek istiyorum.
False Witness 2001 yılında Hollanda, Ter Apel’deki bir mülteci başvuru merkezine yaptığım rehberli ziyaretin ardından kitap biçiminde ortaya çıkmış bir iş. İlk olarak 2003’te, 1.000 kopya olarak yayımlandı ve Amsterdam’da Idea Books tarafından dağıtıldı. Kitap, 32 fotoğraf ve İngilizce measure (ölçü, önlem, tedbir) kelimesinin korpus temelli verisinden oluşuyordu.
Kitap/iş, tanıklığın yetersizliğinin farkında olarak merkezi belgelemeye girişmemiş olsa da esas olarak Ter Apel ve başka kurumsal mimari yapılara işlemiş sığınma ve göç politikalarının karanlığını gözlemleme ve belki de o karanlığı başka bir biçime dönüştürme çabasıydı.
Ter Apel sürecinde, UNITED for Intercultural Action adlı sivil toplum ağı ve 1993’ten beri derledikleri, Avrupa ve destekçilerinin ırkçı sınır politikaları yüzünden ölen insanların bilgilerini arşivleyen listeyle tanıştım ve onlarla işbirliği yapmaya başladım.
Kitabın son 20 yılda yaklaşık 640 kopyası dağıtıldı. Aynı dönemde, mülteci ve göç politikaları en az 66.519 belgelenmiş ölüme yol açtı.
“False Witness, farklı tanıklıkların sıkışmış olduğu bir öfke odunu galiba, yanmaya ve yakmaya teşne.”
False Witness’a dönüyorum: Kalan her kopyayı iki hafta suda bekletip yumuşattıktan sonra uzun uzun parçalayarak hamur hâline getirdik; Yavuz ve Aslı (Özdoyuran) ile birlikte. Ardından her kitabın hamurunu standart bir briket makinesiyle sıkıştırıp kurumaya bıraktık, her biri ayrı bir oduna dönüşmek üzere.
2023 yazında çalışmaya başladığımızda işleri 2024 yılının Mayıs ayında Berlin’de olması kararlaştırılmış bir solo sergi kapsamında göstermeyi planlıyorduk. Ancak süreçte, kurumun Filistin’de devam eden soykırıma karşı koruduğu sessizlik nedeniyle sergiyi iptal ettik. İşi yapmaya, sayfaları parçalamaya ve hamuru sıkıştırmaya devam ettik.
False Witness, farklı tanıklıkların sıkışmış olduğu bir öfke odunu galiba, yanmaya ve yakmaya teşne. Öte yandan, kendisinin yetersizliğinin farkında olmaya çalışan ama tümden vazgeçişe de henüz hazır olmayan ve bu yeni hâliyle başka olasılıklara yer açmayı deneyen bir şey de için için.
Entschuldigung işinize bakarken neden bilmem, yazanlar adına utandım. Onlar yazarken utanmış mıydı bilmiyorum ama ben onlar adına utandım. Fremdschämen diyorlar sanırım buna. Olan bitenin yanında özür dilemenin mümkün olup olmadığını düşündüm. Sizin de Yavuz Beyle yazışmalarınızın sonunda paylaştığınız İmkânsız Özür podcast’i geldi aklıma. Özrün sizce özgül ağırlığı ne? Bir özür sizce ne yapmalı?
B.C.: Adalet Atlası Anadolu Kültür’ün, güncel hak ihlallerinden yola çıkan ama adaleti hukukla sınırlamayan podcast serisi.
İmkânsız Özür, Aylin Vartanyan ve Talin Suciyan’ın, suç soykırım olduğunda özür dilemenin neden imkânsız olduğunu sarsıcı bir berraklıkla konuştukları bölüm.
“Anlamlı bir özür için neler gerekir? Özür dilemek için seçilen kelimelerin kökenleri neler söylüyor? Soykırım özrü dilenebilir bir suç mu? Arkasında toplum desteği olmadan soykırıma dair dilenen bir devlet özrü ne ifade eder? Kolektif özürler, fail ve mağdur nesiller arasında bir karşılaşma yaratabilir mi? ‘Ermenilerden özür diliyorum’ kampanyası böyle bir karşılaşmayı mümkün kıldı mı? Fail nesilleri, 1915 Ermeni Soykırımı suçundan bugün neden sorumlu?”
Linki buraya tekrar bırakmak istiyorum.

Entschuldigung işinin bağlamı farklı. Aaron Lazare’nin “Bir özür ne yapmalı?” koşullarının hiçbirine sahip değil. Taraflar birbirini başta tanımıyor ve ortada adı konabilir bir kabahat yok. İsviçre’nin Zürih şehrinde “yüzde bir sanat” yani bir kamu binası inşa edildiğinde, inşaat bütçesinin yaklaşık %1’i o bina için bir sanat eseri üretmeye ayrılır modelinin bir araya geçici olarak getirdiği taraflar; işi kabahat tespiti ve ıslahı olan kolluk kuvvetleri, belediye memuru yüzde bir sanattan sorumlu birkaç kişi ve ‘bağımsız’ küratör ve sanatçılar.
Sürecin tüm paydaşlarına yazdığım 7 Ekim 2021 tarihli davet mektubu şöyle başlıyor:
Sayın Yetkili,
İstanbul’da yaşayan bir sanatçı olarak, kanun, düzen ve bunların uygulanış biçimleriyle ilgili deneyimlerim hiçbir zaman sorunsuz olmadı. Bu nedenle herhangi bir polis kurumuyla temasımın sürtüşmesiz olabileceği bir bağlamı tahayyül etmek benim için güç.
Küratör Adam Szymczyk’in davetiyle, Zürih Şehir Polis Teşkilatı’nın Mühleweg’deki yeni binasında gerçekleşecek sergiye katılmam istendiğinde –özellikle de binayı ilk gördüğümde– aklımda şu soru belirdi: Bu kurumla kurulacak (sanatsal) bir işbirliği beni suç ortağına dönüştürür mü?
Kiminle, neyle suç ortaklığına girmiş olacağım? Kime sırtımı dönmüş ve kim için karar vermiş olacağım? Suç neye dayanacak? Kim suçlu olacak ve kim diğerini düzeltme hakkına sahip olacak?
Edebiyat bilimci Debarati Sanyal, genellikle bir suça müdahil olmayı ifade etmek için kullanılsa da suç ortaklığının, etimolojik olarak, özellikle de Fransızca’daki karşılığı complicité kelimesinde olduğu gibi, anlayış ve yakınlık anlamlarını da barındırabileceğini belirtiyor. Sanyal, Latince Complicare fiilinin, aynı zamanda “birbiri içine katlanmak” anlamına geldiğini söylüyor. (Banu Karaca, Hafıza ve Sanat Konuşmaları, 2020)
Tüm tarafların ellerinden çıkmış alıcısı kasten belirsiz özürler bunlar, paydaşların katman katman iç içe geçtiği, asitin aşındırdığı yüzeyde kabuklanan yaralar gibi.
“Özür dileyen kabahati olan affedildiğini duysa bile hiç rahatlatmamalı, rahatlayamamalı.”
Bir özür sizce ne yapmalı? diye sormuştunuz. Özür dileyen kabahati olan affedildiğini duysa bile hiç rahatlatmamalı, rahatlayamamalı. Hiçbir şey beklemeden özrünü dilemeli ve huzurla yoluna devam edememeli.
Yavuz Parlar: Açıkçası özür ne yapmalı bilmiyorum çünkü çok değişken ve neyi gerçekten onarabilir emin değilim. Belki de hiçbir şeyi. Kendini rahatlatmanın ötesinde, konunun karşındakiyle alakalı olduğunu gerçekten hissetmek gerekiyor bence. İspanyolca karşılığı “lo siento”nun hissetmek fiilinden türemesi hoşuma gitmişti herhalde bu sebepten.

Hepsi senin iyiliğin için bitanem işini gördüğümde bir kadının boynunda hayal ettim kolyeyi –belki benimkinin. Kurşundan, ağır bir kolye. Kurşunun ağırlığı bir yana, her anlamda tehlikeli oluşu. Bu iş hakkında uzun konuşmaların geçtiğini, sergi için hazırlandığını okudum sonra. Kurşunun istatistiksel olarak kaç ölüme neden olduğunu metinde belirtmişsiniz ama ben sizin için ağırlığını, hissini sormak istiyorum.
Y.P.: Kurşun zehirli bir madde; bedene yavaşça sızıyor, fark ettirmeden etkisini bırakıyor. Aile içinde, sevgililikte, dostlukta, nerede bağımlı bir ilişki varsa, orada da bir ağırlık var. İşin isminde olduğu gibi, “Hepsi senin iyiliğin için bitanem.” Sevgi kılığında söylenen, üstten, koruyucu görünen ama aslında denetleyen, küçülten bir ses tonu hayal ediyorum eşlikçi olarak. İktidar, iyi ya da kötü niyetle beslenen bir şey ve bu kurşun kolye, onun simgesi gibi. Yavaş yavaş içimize işleyen ama taşımaya devam ettiğimiz bir travma. Kolyeye bakınca, sanki bir yadigâr, değerli bir gerdanlık gibi duruyor ama bir yandan kopartamadığımız bir pranga; senin de hayal ettiğin gibi tüm ağırlığıyla sanki boynumuza taktığımızı hissettiriyor.
B.C.: Yavuzun söylediklerine katılarak kısa tutuyorum.
Hepsi senin iyiliğin için bitanem
ne karanfil ne kurbağa sergisindeki rolünüz genelgeçer küratör rolünün ötesinde. Birliktelik ya da işbirliği sözcüklerini de kullanmak istemiyorum. Biraz söz eder misiniz 2 Mayıs’ta “hello” ile başlayan süreçten?
“Biz birlikte çalışmayı seviyoruz, ortak takıntılarımızla sürükleniyoruz bir şekilde.”
Y.P.: Sergiyi planlarken klasik anlamda bir küratör-sanatçı ilişkisi kurmadık. Sabah akşam devamlı haberleştik, buluştuk, konuştuk. Tabii ki sergiye yönelik işlevsel buluşmalar da oldu ama birbirini uzun yıllardır tanıyan iki kişi olmanın verdiği samimiyetle ilerledi bu süreç. Banu’nun işleri uzun zamandır Türkiye’de sergilenmiyordu ve ben kişisel olarak dönem dönem farklı yerlerde yaptıklarını takip edebilme fırsatını yakalasam da buna bir şekilde vesile olmayı içten içe istedim. O da beni de dahil edeceği bir format hayal etti başından beri hep. Aramızda bir ikna süreci oldu diyorum genelde ama zoraki bir emrivakiye dönüşmedi ve bunu arkadaşlığımızın getirdiği yakınlıkla birlikte deneyimlemek istedik sanırım. Biz birlikte çalışmayı seviyoruz, ortak takıntılarımızla sürükleniyoruz bir şekilde. Aslında hello’nun çok öncesinde hem kişisel hem de genel dünya hallerimizle yaşadığımız tutulmalar, konuşmalar bu sergiye dönüştü. Bu durumu nasıl bir zeminde toparlayalım, neye dönüştürelim derken çıkan bir oyun gibiydi sonradan nknk-erika’ya dönüşen pembe kapaklı online mecmuamız.
Sonradan nknk-erika adıyla online bir mecmua’ya dönüşen yazışmalarınız kavramsal ve pratik anlamda sergiyi kurgularken sizin için nerede durdu? Sanatçıyla yaşadığınız bu bilişsel tanışlık diyelim, küratöryal anlamda size katkı sağladı mı yoksa sanatçıyla ayrışmakta zorlandığınız anlar oldu mu?
Y.P.: nknk-erika başlangıç ve bitiş noktası oldu gibi hissediyorum. Bir sergiyi kurgularken, gitgeller, fikirler, bütçeler, iç ve dış etkenler çok şeyi değiştirebiliyor. Biz bu süreçte aşama aşama yaşadıklarımızı, hezeyanlarımızı bu dipsiz kuyuya attık. İlk başta bunu tamamen fiziksel olarak sergilemek üstünden yola çıkmıştık, bir başlayalım bakalım ne olacak, neye dönüşecek dedik. Sonra günler geçtikçe, mesajlarımız ilerledikçe, bu formatı yani dijital yayın versiyonunu hayal ettik. Her gün birbirimize yolladığımız tek yanıt, zamanla gerçekten yazışmaya dönüştü. İçini dökmek kamusallaştığında çok fazla endişe barındırıyor. Bizim özel hayatımızdan veya diyaloğumuzdan kime ne gibi soruları kendinize sorarken buluyorsunuz. Zaten bir de otosansür tarafı var ama Banu’yla paylaştığımdan, bu etkisini en az düzeyde yaşadım diyebilirim. Sergiye dair aldığım, ilerleyişimizi anlatan notları da buradan Banu’ya yolladım ve bu sergi metnimin taslağı gibi oldu aslında. Sergi ve yayın iç içe geçti bir şekilde, o yüzden nknk-erika’nın durduğu yer hem sergi içinde hem de dışında çok önemli. Sorduğun gibi bu yakınlığımızın veya da tanışıklığımızın bir sonucu. Bunu küratöryel anlamda değerlendiremem tam anlamıyla ama kişisel olarak bu sergi bana çok şey kattı, birçok anlamda açılma yaşadım gibi hissediyorum. Banu’yla ayrışmakta zorlandığım anlar olmadı ama özellikle nknk-erika’nın dijitalleşmesi için birlikte çalıştığımız Emre Akyüz ve serginin grafik tasarımını yapan Ece Eldek’i ikili olarak zorlamış olabiliriz.
*ne karanfil ne kurbağa 4 Ocak 2026’ya dek İMALAT-HANE’de görülebilir.


