Ödüllü belgesel fotoğrafçısı Martin Parr, 73 yaşında hayatını kaybetti. Parr, özellikle 1980’lerde Britanya işçi sınıfını odağına alan fotoğraflarıyla Britanya gündelik hayatını ele alış biçimi sayesinde uluslararası ölçekte tanınan bir isimdi.
Martin Parr’ın en tanınmış ve tartışmalı çalışması The Last Resort, Merseyside’daki New Brighton’da tatil yapan insanların gündelik yaşamına odaklanan fotoğraflardan oluşur. Dönemin burnu havada sanat eleştirmenleri, Parr’ın parlak renklerini ve sokakta anlık görüntüler yakalayan tarzını küçümsemiş; işçi sınıfından insanların boş zamanlarına ait sıradan anları bu denli doğrudan kayda almasını yadırgamıştı. Sarı bikiniler içindeki kadınlar bebeklerini besler, çocuklar üzerlerine dondurma bulaştırır, takım elbiseli dedeler sahilde cips ve kola dağıtır.
Daha yakın dönemde ise bu imgeler farklı gerekçelerle eleştirilere maruz kaldı. Kimi yorumculara göre, yıkıma yüz tutmuş bir sahil kasabasının ambalajlar ve çöplerle dolu ortamında patates kızartması yiyen işçi sınıfı ailelerin röntgenci bir bakışla sunulması, açık bir aşağılamaya işaret ediyordu.
Parr ise kendisini her zaman gerçek hayatın bir belgeselcisi olarak tanımladı ve görüntülerin ardında, anı yakalama isteği dışında herhangi bir niyet bulunmadığını savundu. Ancak işlerinin bir takipçisi olarak buna katılmak zor, Parr’ın en bilinen fotoğraflarının pek çoğunda belirgin bir seçicilik, güçlü bir kurgu ve ciddi bir ustalık göze çarpıyor.
Favori fotoğraflarımdan biri, New Brighton’daki bir dondurmacının tezgâhının arkasından çekilmiş ve kompozisyon üzerine adeta bir ders niteliğinde. Tezgâhın arkasındaki genç kadın, elini beline koyarak Parr’a sert bir bakış fırlatıyor; üç külahı birden dengelemeye çalışan sivilceli bir ergen bakışlarını ona dikmiş durumda. Tahta panjurların arasından ise güneşte yanmış çocuk bacakları seçiliyor. Fotoğraf öylesine hayat dolu ki, eriyen naneli çikolatalı dondurmanın kokusunu neredeyse duyumsuyorsunuz.
Parr’ın fotoğrafları parlak ve dolu doludur çünkü baktığı insanlar da öyledir. İşçi sınıfı eğlenmeyi bilir. Burada Angela’s Ashes (1999)’ın karanlık yoksulluk atmosferi yoktur. Aksine, sahile giden her çocuk en iyi kıyafetlerini giymiş, Kadınlar makyajlı, erkekler ise pazar gününe özgü özenli giysileri içindedir.

Parr’ın işleri bu denli güçlü bir karşılık buluyorsa, bunun nedeni günümüz siyasetinin bir türlü kavrayamadığı bir duyguyu görünür kılması olabilir. Bu duygu, Britanyalı olmanın ne anlama gelebileceğine dair ortak bir sezgidir. Parr’ın dünyası mizahi ve küstah olduğu kadar güçlü bir topluluk hissi de taşır. BBC’nin program aralarında kullandığı, hafifçe naif “hepimiz aynı gemideyiz” jenerikleri için onu tercih etmesi tesadüf değildir.
Parr’ın üretimi yalnızca plajlar ve güneş kremiyle sınırlı değildir. Telegraph Magazine’in 27 Şubat 1993 tarihli sayısı için çektiği kapak fotoğrafında, bir İngiliz köyü üzerine yazılmış bir yazıya iri ve göz alıcı bir limon kreması kavanozu eşlik eder. Bu imge, İngiltere’ye dair güçlü bir temsil sunar.
Parr’ın işi kendi başına ayakta duran bir bütünlük taşır. Yine de geriye dönüp bakıldığında önemli bir soru ortaya çıkar. Britanya’nın kültürel elitleri, gündelik hayatın bu kadar doygun ve abartılı imgelerine neden bu denli hayranlık duymuştur? Üstelik bu fotoğrafların öznesi olan insanlar, gerçek hayatta çoğu zaman mesafeyle yaklaşılan sınıfsal gruplardan gelir. Parr’ın insanları, balık patates yerken iki boyutlu bir görüntü olarak kaldıkları sürece kabul görür. İşçi sınıfı kültürü söz almaya başladığında ise bu kabul ortadan kalkar.
Parr, politik görüşlerini geri planda tutmaya çalışsa da 2017 yılında The Guardian’a verdiği bir öğle yemeği röportajında, yıllar boyunca fotoğrafladığı insanlara dair düşüncelerini ele verir. Brexit sorusuna verdiği yanıtta, referandum sonucunu “Bu oy, sonuçtan muhtemelen en fazla zarar görecek olanların, güneydeki elitlere yönelttiği açık bir ‘defolun’ mesajıydı.” şeklinde tanımlar. Belki de tam olarak bu acıma tonu, yani “zavallı, saf Brexitçiler” fikri, Parr’ın imgelerinin işçi sınıfını temsil etmekten çok ona yukarıdan baktığı yönündeki iddiaları besler.
Ama Grayson Perry, Tracey Emin ve sahte bir Cockney aksanıyla konuşan sanat okulu seçkinleri Parr’ın “sıradan” Britanyalılarını fetişleştirmeyi seviyorsa, bundan ne çıkar? Bırakalım öyle olsun. Parr’ın kadrajındaki insanlar, gündelik hayatın içindeki direngen sevinçleri ve sıradan olana duydukları sahici neşeyle zaten kendi adlarına konuşur.
*Bu yazı 08.12.2025 tarihinde The Telegraph’ta yayınlanan Ella Whelan’ın yazsının çevirisidir.


