Yeraltına her inişi zamanın yavaşladığı bir eşik olarak düşünen Özge Kahraman, on iki yılı aşan mağaracılık deneyimini sanat pratiğine taşıyor. Çizim, 3D modelleme, lidar, haritalama, video ve fotoğrafı bir arada kullanan sanatçının mekân ve hafıza odaklı üretimleri, Karanlığın Hafızası başlıklı ilk kişisel sergisiyle Haliç Sanat 2’de izleyiciyle buluşuyor. İBB Kültür ve İBB Miras katkılarıyla gerçekleşen sergi vesilesiyle Kahraman’la son çalışmalarını konuştuk.
Eserlerinizin Haliç Sanat 2 ile kurduğu uyum çok dikkat çekici. Bu mekân için özel üretilmiş işleriniz var mı? Mekânın belleği sergiyi kurgulama sürecinizi nasıl etkiledi?
İBB Miras ve İBB Kültür’ün katkılarıyla restore edilerek yeniden hayata kazandırılan Haliç Sanat 2’nin taş dokusu ve yüzeyleri, daha ilk gördüğüm anda mağaraların çok katmanlı yapısıyla kendiliğinden bir akrabalık kurdu. Yapının restorasyon sürecinde korunan hamlık, duvarlarda hâlâ okunabilen izler ve zamanın bıraktığı kırılmalar, mağara yüzeylerindeki jeolojik katmanları çağrıştırıyordu. Bu nedenle serginin en büyük çizimlerinden birini, mekânın bu maddi ve tarihsel hafızasına doğrudan yanıt verecek şekilde, bu duvarlar için özel olarak yaptım.

Bu noktada Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda sözünü ettiği “mekânın içsel yankısı” kavramı benim için belirleyici oldu. Bachelard’a göre mekân, yalnızca içinde bulunulan fiziksel bir hacim değil; hafıza, düş ve yaşantı aracılığıyla öznenin içinde yankılanmaya devam eden bir varlık. Haliç Sanat 2’nin duvarları da bu anlamda yalnızca taşıyıcı yüzeyler olarak değil, geçmişin, kullanımın ve zamanın bıraktığı izlerle katmanlaşmış, yaşayan bir bellek alanı olarak işliyor.
Sergiyi kurgularken mekânı “taklit edilen bir mağara”ya dönüştürmekten özellikle kaçındım; bunun yerine yapının kendi belleğiyle yeraltının hafızasını çaprazlayan bir ara yüz kurmayı amaçladım. Duvarların tarihsel katmanları ile mağaranın jeolojik katmanları, izleyicinin hem yapının hem de işlerin zamanını aynı anda hissedebileceği poetik bir alan açtı. Bu yaklaşım sayesinde mekân, sergide sessiz ama etkin bir ortak hâline gelerek işlerin ritmine ve düşünsel derinliğine eşlik etti.
“Karanlığın Hafızası” adını seçerken neyi anlatmak istediniz? Karanlık, hafıza ve yeraltı kavramları pratiğinizde nasıl kesişiyor?
“Karanlığın Hafızası” benim için hem bir metafor hem de bir gözlem. Mağaralarda deneyimlediğim karanlık, pasif bir boşluk değil; zamanın depolandığı, izlerin saklandığı etkin bir alan. Karanlığın içinde gizlenen bilgi, hafızanın kendisi gibi; görünmez ama etkisini sürdüren bir katman. Bu nedenle karanlığı bir yokluk değil, hafızanın çalışma biçimini yansıtan bir ortam olarak düşündüm. Yeraltı da aynı şekilde hem fiziksel hem zihinsel bir arşiv niteliği taşıyor. Üç kavramın kesişimi, serginin tüm yapısını oluşturan temel eksen oldu.

Mağaracılık serüveniniz nasıl başladı ve yıllar içinde sanat üretiminizin temel bir parçasına nasıl dönüştü? Bu fiziksel deneyim çalışmalarınıza nasıl yön veriyor?
Aslında mağaralarla ilişkim, fiziksel olarak mağaralara girmeden önce başladı. İlk dönem çalışmalarımda mağara resimleri ve yeraltı imgeleri üzerine düşünsel ve görsel bir araştırma yürütüyordum; mağarayı daha çok zihinsel ve simgesel bir mekân olarak ele alıyordum. O dönem ürettiğim işleri gören bir arkadaşım, bu ilgimin yalnızca temsil düzeyinde kalmaması gerektiğini söyleyerek beni mağaracılıkla tanıştırdı. Bu yönlendirme benim için belirleyici bir kırılma noktası oldu.
Mağaralara fiziksel olarak inmeye başladıktan sonra, daha önce kurguladığım imgelerin gerçek deneyimle nasıl dönüştüğünü görmek üretimimi kökten etkiledi. Karanlıkta hareket etmek, yön duygusunun kaybolması, bedenin mekâna sürekli uyumlanması; atölyedeki kararlarımı da değiştirdi. Zamanla mağaracılık, sanat pratiğimin yalnızca bir referansı değil, düşünme biçiminin kendisi hâline geldi. Bugün ürettiğim işler, bu iki sürecin — önce hayal edilen, sonra bedenle deneyimlenen mağaranın — iç içe geçmesinden doğuyor.
Bu sergide yer alan işler kaç yıllık bir araştırma ve üretimin sonucu? Farklı dönemlerden eserleri bir araya getirirken nasıl bir seçki yaptınız?
Sergide yer alan işlerin bazıları yaklaşık altı yıllık bir araştırma sürecine dayanıyor; bazıları ise son iki yılda mağara verileriyle dijital okumaları birleştirdiğim yeni üretimler. Seçkiyi oluştururken kronolojik bir yaklaşımdan çok, mağaranın kavramsal katmanlarına odaklanan bir bütünlük kurmak istedim.

Çizim, lidar, 3D modelleme, haritalama ve noktalama gibi teknikleri birlikte kullanıyorsunuz. Doğadaki organik oluşumları dijital dile çevirme süreci sizin için nasıl bir dönüşüm ya da “yeniden okuma” pratiği oluşturuyor?
Her teknik bana mağarayı farklı bir açıdan okuma imkânı veriyor. LiDAR verileri mağaranın topografyasını bilimsel bir kesinlikle ortaya koyarken, çizim ve noktalama bu veriyi bedensel bir ritme çeviriyor. Dijital modeller, mağaranın mekânını soyutlama fırsatı sunarken; nokta, bu soyutlamayı tekrar insan ölçeğine taşıyor. Bu geçişler benim için bir tercüme pratiği gibi: maddenin dili dijitale, dijitalin dili tekrar sezgiye çevriliyor.
Nokta, hem jeolojik hafızanın hem de bilinçaltının bir temsili olarak çalışmalarınızda öne çıkıyor. Bu mikro ölçekteki “iz” fikri eserlerinizde nasıl bir kavramsal rol üstleniyor?
Nokta benim için hem başlangıç hem iz hem de birikim. Mağarada kask ışığımın kayaya çarpıp yarattığı mikro parlamalar, ilk görsel hafızamı belirledi. Noktanın mikro ölçeği, mağaranın makro zamanını temsil etmenin bir yolu hâline geldi. Aynı zamanda nokta, zihinsel süreçlerde de hafızanın en küçük birimi gibi çalışıyor. Binlerce noktanın bir araya gelerek formu oluşturması, hem jeolojik birikimi hem bilinçaltının parçalı yapısını görünür kılıyor. Her nokta tek başına kırılgan ve geçici; ancak çoğaldıkça kalıcı bir yapı kuruyor, tıpkı zamanın ve hafızanın kendisi gibi. Bu nedenle nokta sergide bir molekül gibi, bütün yapıyı taşıyan temel birim olarak yer alıyor.

Eserlerinizdeki kontrollü renk paleti dikkat çekiyor. Bu seçimleri yaparken hangi duygusal ya da kavramsal referanslar belirleyici oluyor?
Renk paletimi sınırlı tutmam yeraltı koşullarından doğan doğal bir tercih. Mağarada ışığın yokluğu, dünyanın son derece indirgenmiş bir görüntüsünü yaratıyor: tonlar birbirine yaklaşır, gölgeler derinleşir, parlama anları yalnızca küçük vurgular hâlinde belirir. Bu nedenle çalışmalarımda geniş bir renk skalasından çok karanlık, yavaş geçişler ve sınırlı yansımalar kullanıyorum. Rengin geri çekilmesiyle birlikte yüzey, doku ve zamansal katmanlar daha belirgin hâle geliyor. Karanlık burada bir eksiklik değil; algıyı yoğunlaştıran ve formun hafızayla kurduğu ilişkiyi güçlendiren bir alan olarak çalışıyor.
Sergide yer alan heykel çalışmalarınız, iki boyutlu işlerle birlikte nasıl bir bütünlük oluşturuyor? Heykel pratiğinizde yeraltı, beden ve hafıza arasındaki ilişki nasıl şekilleniyor?
Heykelleri üretmeye başlarken onları ayrı bir disiplin gibi düşünmedim; aksine çizimlerde ve dijital işlerde zaten dolaşan formların mekânda beden kazanması gibi hissettim. İki boyutlu işlerimde mağaraya uzaktan, yüzey üzerinden bakarken; heykellerde o yüzeyin içine girmek, onunla aynı hacmi paylaşmak istedim. Bu yüzden heykeller benim için mağaranın “dokunulabilir hâli” gibi. İzleyicinin heykellerin etrafında dolaşması, eğilmesi ya da mesafe alması, mağaradaki beden hareketlerini hatırlatan bir deneyim yaratıyor. Böylece heykeller yalnızca görülen değil, bedensel olarak hissedilen formlara dönüşüyor. Hafıza da tam bu bedensel temas anlarında devreye giriyor.

“Karanlığın Hafızası” sonrasında mağaralar, jeolojik katmanlar ve bilinçaltı üzerine yürüttüğünüz araştırmayı hangi yeni alanlara taşımayı planlıyorsunuz?
Gelecek dönemde mağaranın hareketini, sesini ve zaman içindeki dönüşümünü veri-temelli animasyonlarla daha kapsamlı bir şekilde çalışmak istiyorum. Ayrıca mağara haritalarının topografik bilgisini soyut çizimlerle birleştiren bir proje hazırlamayı planlıyorum. Uzun vadede ise yeraltı kavramını yalnızca mağaralarla sınırlamayıp; arkeolojik alanlar, yeraltı suları gibi farklı jeolojik hafıza bölgelerine taşımayı hedefliyorum.


