Elvan Alpay’ın Pánta Rheî / İşler – Works 2021–2025 sergisi, sanatçının son beş yılda ürettiği işleri bir araya getirirken, resmi tamamlanmış bir görüntü değil, “cereyan eden” bir oluş hâli olarak düşünmeye davet ediyor. Pigment, cam tozu, akrilik ve ışık; sanatçının tuvallerinde birer malzeme olmaktan çıkıp fiziksel bir olayın parçasına dönüşüyor. Küratör Levent Yılmaz’ın Herakleitos’un doğa anlayışından yola çıkarak kurguladığı sergi, izleyiciyi sabit anlamlardan çok belirsizlik, dönüşüm ve ortaya çıkışın ritmiyle baş başa bırakıyor.
Elvan Alpay ve Levent Yılmaz ile Alpay’ın işlerinin heykel ve resmin ortasında duran tekniğinden, doğayla ilişkilenmesinden ve serginin kurgusundan konuştuk.
Sergideki işler belki bir tablo formunda ama hissiyatı heykele yakın, handiyse üç boyutlu bir etki yaratıyor. Bu anlamda tekniğinizden biraz söz edebilir misiniz?
Elvan Alpay: Sanırım çoğu işimin resimle heykel arasında durduğunu söylemek çok abartılı olmayacaktır. 1993’te açtığım Büyüklere Masallar sergisi, devasa muz, kiraz ve üzümler üzerine konmuş rengarenk oyuncak kurbağalardan oluşuyordu. Sonrasında alüminyum ve ayna dökümler yaptım, cam ve paslanmaz çelik, epoksi, alçı, ahşap hamuru ve farklı bir çok malzemeyi tual yüzeyine boyut kazandırmakta kullandım. Temel çalışma pratiğim olan çoğaltma ve bir araya getirme seneler içerisinde bir çok farklı malzeme ile evrildi. 2013 Biophilia sergisi, tual zemininin sakin, tek boyutlu olduğunu hatırladığım tek sergimdir.
Bu sergi özelinde ise camın eritilmeden kullanım olanaklarını, akrilik, kağıt, toprak,kömür, toz boya ve bitkiler gibi ara malzeme yüzeylerinde denedim. Cam parçacıklarının ışığı taşıyışı, akrilikle ve diğer malzemelerle karıştığında oluşan yarı şeffaf macun, istediğim katmanları, yüzeyleri oluşturmamı sağladı.

Serginin odağında yusufçuk, mantar, yaprak, diken, çiçek gibi doğa ile iç içe imgeler bulunurken doğa temsilini reddederek doğanın kendisini resmin içine davet ediyorsunuz. Bu iki yaklaşım arasındaki farkı betimlemeniz mümkün mü?
E.A.: Evet sanırım hep sezdiğim, doğada gözlemlediğim, yaşamın da şüphesiz temel işleyişi olarak gördüğüm “emergence” yani “ortaya çıkış, beliriş” çoğalma ve çoğaltma ile mümkün. Nasıl ve ne şekil bir araya geldiği değil, sadece bir araya gelmeleri yepyeni bir ortaya çıkışa olanak sağlayan bir çalışma pratiğim var.
Serginin küratörü olarak Pánta Rheî / İşler – Works 2021–2025 sergisini nasıl kurguladınız? Her katta farklı bir hikâye seziliyor, biraz açar mısınız yaklaşımınızı? Mekânın tarihi yapısıyla işler nasıl bir etkileşime girdi?
Levent Yılmaz: Ben Elvan Alpay’la 2021’de tanıştım. İşlerini tabii ki biliyordum, hatta Ankara’da açtığı, Döne Otyam’ın galerisi Zon’daki sergilerinden itibaren fırsat bulduğum kimi sergilerini görmüştüm; ama hiç tanışıklığımız yoktu. İşte John Lennon’un “Darling Boy”da söylediği gibi, “hayat siz plan yaparken başınıza gelen şeydir” – aynı öyle oldu. 2021’de tanıştık ve hiç ayrılmadık.
“Bu “işler” yüzeylerinde belirenlerin görülmesiyle değil, doğa dediğimiz biçim yaratıcı sürecin kendi işlerliğine kavuşmasıyla ortaya çıkıyordu.”
Biz tanıştığımızda Elvan Alpay, 2018-19’da açtığı sergilerindeki malzemeden uzaklaşmaya çalışıyordu; yeni malzemelerle deneyler yapıyordu. Ama bunlar temel örüntülerle örtüşüyordu da: yani, kendini tekrar eden figürler ile, yoğun bir “yabani doğa”. Cam tozu ve akrilik kullanımına geçince, başka bir düzeye geçti bu figüratif dünya. Dolayısıyla bu dönemden itibaren, bence, Elvan Alpay, batı sanatının klasik mimesis sisteminden ayrıldı. Diyeceksiniz ki, zaten ayrılmıştı; evet, Pollock’la, Kosuth’la falan, ama “kavramsal” sanat dediğimiz dizgede, gördüğümüz iş neredeyse “siliniyor”, zihinsel bir görüntüyü ortaya koymak gerekiyordu. Zihinsel’i bilerek diyorum: Gördüğümüz “iş”, “eser” artık ne ad verirseniz verin, o şeyin “kendisi” bir “medium” haline gelmişti, zihinsel kurgumuz, işin önüne geçmeliydi. Alpay’daki kırılma bu değil. O mimesis düzeninin dışına çıktı bu işlerle, “kavramsal” da değil, e ne? Benim gördüğüm şuydu: Bu “işler” yüzeylerinde belirenlerin görülmesiyle değil, o da var tabii, ama daha ziyade, doğa dediğimiz biçim yaratıcı sürecin kendi işlerliğine kavuşmasıyla ortaya çıkıyordu. Ressam burada, bir “parça” idi. Yani işi üzerinde tahakküm kurmuyordu. Geriye çekiliyor, doğanın, en küçük parçasındaki, yani kuantum düzeyindeki işleyişini, yani belirsizliği (Heisenberg’in o çok sevilen ilkesi) öne çıkarıyordu.
2021’de başlayan seri, bu yıl 2025’te tamamlandı. Araya, 2018 sergisinin bir devamı olan 2024 Dubai sergisi girmişti. İşler eş zamanlı olarak üretiliyordu. Dolayısıyla, Sevil Dolmacı Galeri’nin, eski bir Ermeni Konağı olan Villa İpranosyan binasındaki üç katta, restorasyon görmüş duvarlara ve kalem işlerine elleyemediğiniz, çivi bile çakamadığınız ortamında, bu üç dönemi bir arada sunmak gerekiyordu. En üst kat, üçüncü kat, nispeten basık tavanlı idi. Sergiyi kurarken bu katı, mümkün olduğunca yalıtmaya, ışıktan ve açık renklerden azade bir hale getirmek gerekiyordu; alçıpanlar o yüzden mat siyaha boyandı. Işık minimal hale geldi (her işe tek spot ışık) ve arkada, sürekli olarak dönem bir müzik: Dark Side of the Moon’dan, “On the Run”. Bu kat dediğim gibi, yeni malzemenin test edildiği ilk işlerden oluştu.
İkinci katta ise, araya girmiş Dubai sergisinde (Oyun Bitti. Artık Duralım) yer almış kimi işlerle eş zamanlı üretilmeye başlamış olan son dönem işleri biraraya geldi. Bu iki farklı yaklaşımın aslında nasıl aynı temel sorular üzerine bina edildiğini göstermek açısından. En alt kat, giriş katında ise, hakikaten malzeme kullanımının özgürleştiği, hatta belki de resimleri resimlerin kendisinin yaptığı gibi bir izlenimi bile uyandırabilecek o son dönem işleri yer aldı. Dediğim gibi, günümüz klasik gri zemin beyaz duvar, kare galeri klişesinin dışında bir mekanda bu işler başkaca bir “hale” (aura) ürettiler.

Üç kata yayılan serginin en üst katında figürler daha belirgin, oluşturdukları formlar daha okunaklıyken aşağı indikçe formlar kendini korurken üstündeki katmanlarla soyutlaşıyorlar sanki. Bu geçişi nasıl yorumlarsınız?
E.A.: Çok doğru bir gözlem. Bu sergi bildiğiniz gibi dört yıla yakın bir üretim sürecini kapsıyor. 2021 pandeminin yeni bittiği ve hayata bıraktığımız yerden devam edebileceğimiz, hatta üretim ve tüketimin azalmasıyla doğanın nefes alışının tüm insanlık tarafından fark edildiği yanılsamasına kapılabileceğimiz bir dönemdi…
“Yaşadığımız son dört sene kademeli olarak, yoğunluğunu da giderek arttırarak bizi, tümden öngörülemez bir değişimin tam ortasında bırakmış durumda.”
Yaşadığımız son dört sene kademeli olarak, yoğunluğunu da giderek arttırarak bizi, tümden öngörülemez bir değişimin tam ortasında bırakmış durumda. Hâlâ devam eden savaşlar, Gazze’de tüm insanlığın gözü önünde yaşanan soykırım, iklim felaketi, ekonomik çöküş ve hepimizin hissettiği ortak gerçekliğin paramparça oluşu oldukça soyut bir durum; öyle bir zaman dilimindeyiz ki belirsizlikten daha belirgin, tutunulacak bir olgu yok gibi… Bu dönemde resimlerimin kendiliğinden bu belirsizliği vurgulaması soyuta geçişi bir nebze açıklar sanırım.
L.Y.: Bence, tabii Elvan ne düşünür bilemem, ama, yukarda söylediklerime ek olarak şunu söyleyebilirim. Soyut değil bu işler; gayet somutlar. Kavramsal da değiller çünkü gördüğümüzden başka bir şeye işaret etmiyorlar. Ressamın ustalığı geriye çekilmiş bu resimlerde. Yazıda da söyledim. Bu işlerde “şeyler cereyan ediyor”. Şunu da ekleyeyim. Pánta Rheî adlandırması benim fikrimdi. Herakleitos’a, yani Eski Yunan’ın ilk fizikçilerine geri dönmek ama bu klişeleşmiş ve anlaşılması çok zor fragmanları tekrar anlamaya çalışmaktı derdim. Şunun farkına vardım: Herakleitos’un Pánta Rheî diye bir formülü yok. Bu “sloganı” ondan sonra gelenler icad ediyor. Benim okuduğum fragmanlar (Laks ve Most’un yeni çevirisinden) daha ziyade kaynayan ve içinde ne olduğunu bilmediğimiz phûsis (doğa-tabiat) kazanından fırlayan ve bir anda görünür olan şeylere işaret ediyordu: Yani, olmayan nasıl bir anda olan’a dönüşür, sonra o da kaybolur, başka bir şey fırtlar (fırtlamak önemli bir fiil, Elvan Alpay işlerine bakın, figürler “fırtlar”). Bu yüzden “her şey akar” diye çevrilen Pánta Rheî tamlamasını “şeyler cereyan ederler” diye anlamak gerektiğini düşünüyorum; böyle bakınca, bir anda kendimizi kuntum dünyasında, John Bell’in “beable”larının dünyasında buluruz: Olup olmadığını ancak olduklarında bildiğimiz şeylerin dünyası. Olmadıklarında ne olduğunu ise daha bilmiyoruz. Bu anlamda, Elvan Alpay’ın da gittiği yeri tam anlamıyla bildiğini zannetmiyorum.

Pánta Rheî’de Dubai’deki Oyun Bitti. Artık Duralım. serginizden işlere de yer veriliyor. Renk paletine, tekniğine bakıldığında serginin geri kalanından bambaşka işler olarak da yorumlanabilecek serinin bir yandan da mantığı, sözü aynı gibi. İki serinin yılları da birbiriyle iç içe geçiyor. İşlerinizdeki bu eşzamanlı dönüşümü nasıl yorumluyorsunuz?
E.A.: Oyun Bitti. Artık Duralım, 2018 Oyun Bitti sergisinin bir devamıydı yalnızca. Uzun seneler çalıştığım galerimi değiştirdiğim bu dönemde yeni galericim Dubai’de bir sergi önerdi. Yeni üretimimi İstanbul’a saklamak istedim ve daha önce hiç tecrübe etmemiş olduğum bir çoklu üretim sürecine girdim. Bir taraftan bu sergide gördüğünüz resimleri yapıyor diğer tarafta çok ilgimi çeken ve ileride paylaşma fırsatı bulmayı umduğum yepyeni bir teknik ve malzemenin ön çalışmalarını yapıyorken, çok hakim olduğum bir teknikle işler üretmek de kendi başına farklı bir tecrübeydi benim için.
“Ben çok değişmekle itham edildim ve bu bana hep çok komik geldi.”
Dediğiniz gibi etki çok farklı olsa da üretim mantığı çok benzer işler bunlar. Doğa da öyle geliyor bana, sonsuz varyasyon bir atomun içindeki üç (ve alt) parçacıktan oluşuyor sonuçta.
Ben çok değişmekle itham edildim ve bu bana hep çok komik geldi. Levent sergiye oyun bitti serisinden resimleri, bu üretim mantığını göstermesi açısından etkili bulduğu için koydu sanırım.
Oyun Bitti. Artık Duralım.’dan adını Herakleitos’un “her şey akar” ifadesinden alan Pánta Rheî arasında kavramsal bir geçiş var. Sanki eski oyun bitmiş olsa da kuralları daha muğlak, devinimi daha uçucu başka bir varoluşa yöneliş. Bu geçişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.A.: Aynen dediğiniz gibi başka bir varoluşa yönelişin tam göbeğinde olduğumuzu hissediyoruz. Küresel ekonominin, yönetim biçimlerinin, kültürlerin ve yerel iklim koşullarının neye evrileceğinin bu denli belirsiz olduğu başka bir dönem olmadığı konusunda uzmanlar hemfikir, bazıları bu dönemi insanlığın ateşi keşfetmesi kadar dönüştürücü olarak tasvir ediyor. Bu dönüşüm çok süratli, içindeyiz ve yaşamın neye evrildiği hakkında hiç bir fikrimiz yok, kimsenin yok… Bildiğimiz doğrulara tutunmaya çalışmanın bu denli anlamsızlaşmasıyla nasıl baş ederiz?
Çoklukla sergide yer alan işlerin bulunduğu bir de kitap söz konusu. Kitaptaki “Elvan Alpay’ın İşleri Üzerine Notlar” yazınız hem Alpay’ın sanat pratiği hem de sanat tarihindeki yeri ve göndermeleri üstüne kapsayıcı bir altyapı sunuyor. Alpay’ın sanat pratiğinde doğal olanın ne olduğundan, Antik Yunan’daki referanslarına, Alpay’ın “oyun bitti” derken neye gönderme yaptığına dek birçok konuyu ele alıyorsunuz. Kitabın çıkış hikâyesinden söz edebilir misiniz?

L.Y.: Kitabın çıkış noktası aslında tek bir ana değil, Elvan Alpay’ın pratiğini yıllar boyunca parça parça okuyup durmanın yarattığı bir birikime dayanıyor. Alpay’ın işleri ilk bakışta renk, biçim ve canlılıkla insanı içine çeker; fakat o parlak yüzeyin ardında çok eski, neredeyse ilksel sayılabilecek bir düşünme biçimi var. Doğal olanın ne olduğuna dair sorusu, Antik Yunan’daki phusis kavrayışına kadar geri gidiyor. Zamanla fark ettim ki Elvan’ın yapıtlarında tekrar tekrar beliren bu “doğanın dili” arayışı, hem çağdaş sanatın doğa tartışmalarını hem de erken düşünce tarihinin temel sorularını birbirine bağlıyor.
Kitap fikri de tam bu bağlantı noktasında doğdu. Sergi için yaptığım okumalar ve notlar genişledikçe, yalnızca sergiye eşlik edecek bir metin değil, Alpay’ın pratiğini uzun süreli bir çizgi içinde takip eden bir düşünsel çerçevenin de eksik olduğunu hissettim. Elvan Alpay’ın İşleri Üzerine Notlar bu yüzden bir katalog yazısından çok, onun sanatıyla açılan bir alanı haritalama çabası oldu: Doğallık, yapaylık, oyun, tekrar, dönüşüm, süre… Ve elbette Alpay’ın bizzat formüle ettiği “Oyun bitti. Artık duralım.” cümlesinin ima ettiği hem estetik hem etik kırılma.
Elvan’ın bu cümleyle işaret ettiği şey, bana göre, bitmiş bir oyundan çok bir fark ediş hâliydi: insanın kendi yarattığı hız, tüketim ve yorucu tekrar döngüsünün dışına çıkma arzusu. Bu, yalnızca bir sanatçının kişisel tavrı değil; sanat tarihindeki çeşitli kırılmaların, modernizmin eleştirilerinin ve güncel ekolojik duyarlılıkların iç içe geçtiği daha geniş bir bağlama da işaret ediyor. Metnin yapısı da bu nedenle çok katmanlı: Hem sanat tarihinin imkânlarını, hem felsefi referansları, hem de Elvan’ın kendi iç ritmini birlikte düşünmeye çalışıyor.
Sonuçta kitap, sergiye eşlik eden bir “ek” olmaktan çok, Elvan Alpay’ın uzun yıllara yayılan üretimini taşıyan o görünmez omurgayı görünür kılma çabası olarak ortaya çıktı. Bir bakıma, işlerindeki hareketi, akışı ve o sürekli dönüşme hâlini — yani pánta rheî’yi — yazı içinde karşılamaya çalışan bir çağrı metni diyebilirim.
*Sergi 3 Ocak 2026’ya dek Sevil Dolmacı Gallery’de görülebilir.




