Ev, Emek ve Direniş: Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri -
Onur Ünsal

Ev, Emek ve Direniş: Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri

Ev içi emeğin görünmezliğinden özgürlüğün ihtimaline uzanan bir anne–oğul hikâyesi. Sınıfsal mücadeleden bedene, şiddetten dönüşüme: Moda Sahnesi yorumuyla Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Édouard Louis’in cesur ve sahici diliyle tiyatro sahnesine taşınıyor…

/

“Bu kitabı yazmaya bir kadının hikâyesini anlatmak isteğiyle başladım, ama seninkinin, bir kadın olarak var olma hakkı için savaşmış bir insanın hikâyesi olduğunu fark ettim; hayatının ve babamla geçen yıllarının sana dayattığı yokluğa karşı verilen bir savaş olduğunu.”

Moda Sahnesi’nin tiyatro festivali kapsamında sahnelenen Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nin yazarı, sınıf, kimlik ve toplumsal adalet meselelerini sahici ve cesur bir dille ele almasıyla çağdaş edebiyatın en çok tartışılan kalemlerinden Édouard Louis. Okurların Eddy’nin Sonu, Değişmek, Şiddetin Tarihi gibi kitaplarından tanıdığı Louis’yi tiyatro seyircisi ise Moda Sahnesi’nin 2020’de sahnelediği Babamı Kim Öldürdü oyunundan hatırlayacaktır.

Scorpions’ın 1990 tarihli Wind of Change şarkısıyla açılan oyunda, Onur Ünsal’ın muazzam performansıyla hayat bulan karakter, “Her şey bir fotoğrafla başladı” sözleriyle anlatısını kurmaya başlıyor. Oyunun yönetmen koltuğunda ise Kemal Aydoğan var. “Tuhaf sahiden, ikimiz de tarihin kaybedenleri olarak başlamıştık hayata… Ama simetrik bir dönüş yaşanmış, paylaştığımız dünyanın kaybedenleri kazananlar olmuştu” diyerek vedasını veren oyunun fonunda, 15 yılı deviren arkadaşlık ve tiyatro mesaisinde ürettikleri her işi titizlikle ortaya koyarak tiyatro seyircisini mest eden Kemal Aydoğan ve Onur Ünsal ile konuştuk.

Oyun prova notlarınızda, sosyolog Pierre Bourdieu’nün toplumsal eşitsizliğin kaynağına yerleştirdiği “simgesel şiddet” kavramı öne çıkıyor. Bu oyunda, yazarın ilk oyunundan farklı olarak hangi başlıklara yoğunlaştınız?

Kemal Aydoğan: En çok yoğunlaştığımız başlık “ev içi emek” oldu. Bourdieu’nün ifadesiyle (ki bu kavramı ortaya atan da kendisidir) “ev içi angarya”. Üzerinde durduğumuz diğer önemli başlığımız ise “yeniden üretim işçiliği”ydi. İlk oyunda yazarın kavramlarıyla tanışmıştık; bu oyunda ise hem Louis’nin dünyasıyla hem de metninin ritmiyle daha derin bir temas kurduk. Artık daha sağlam bir zeminde duruyoruz, çünkü yazar ve eserleri hakkında çok daha fazla bilgiye sahibiz.

“Benim Seni Anlamam Mümkün Olur mu Acaba, Anne?”

Bir insanı daha yakından “tanımak” ve “anlamak” kimi zaman beraberinde bazı marazları da getirebilir. Bu durum oyuna nasıl yansıdı?

Onur Ünsal: Louis’i havaalanından aldığımızda ona söylediğim ilk şey şuydu: “Açıkçası seni oynamak fikrini hiç istemiyorum. Sanki Shakespeare’den Hamlet oynasam daha mantıklıymış gibi geliyor. Senin otobiyografini, sana benziyormuş gibi oynamak tuhaf tınlıyor.” Cevabı ise şöyleydi: “Benim hikâyem artık benden çıktı.”

Louis, hikâyelerini bir platform olarak gördüğünü ve insanların bu hikâyelerin üzerine basarak kendi hikâyelerini anlattığını söyledi. Bir anlatıyı “benim hikâyem” diye sahiplenmek yerine, “bunu anlatanın hikâyesi” olarak görmenin onu rahatlattığını belirtti. Çünkü artık mesele “benim başıma gelen” değil, o hikâyenin başka bedenlerde, başka sınıflarda yeniden üretilmesi. Tıpkı oyunda sorduğu gibi, “Benim seni anlamam mümkün olur mu acaba, anne?” Biz de aynı yolu izlemek istedik.

“Bir Oğlun, Oğul Olamama Mücadelesi”

Ortaya nasıl bir oyun çıktı? Hikâyenin damarını ve kırılma anlarını hangi duygu veya mesele oluşturdu?

Onur Ünsal: İlk günden beri Kemal Abi’nin kafası çok netti: Ev içi angaryanın belgelenmesini istiyordu. Bu yaklaşım bize güçlü bir perspektif sağladı. Ütü, bulaşık, çamaşır, temizlik, yemek… Günlük hayatın görünmez emeklerinin hem sahnede hem de ekranda adeta bir belgesel gibi görünmesi; insanın her gün yaptığı şeye dışarından bakabilmesi ve “Ben ne yapıyorum böyle?” diye düşündürmesi, bence oyunun en etkili janrını doğurdu. Oyunu bu fikir üzerine kurduk. “Ev içi emek” sahnede devam ederken, kamerayla arka ekrana yansıyan ikinci bir gerçeklik daha oluşturduk. Bazı anlarda da zorlayıcıydı; mesela, büyük bir telaşla ev işlerini yaparken, aynı anda sakin bir şekilde konuşmayı sürdürmek gibi… Louis, metnin ilk satırlarında şöyle yazmış: “Bir oğlun, oğul olamama mücadelesi.” Oyunun başında tarif ettiği şey, çocukluk dönemini saklanarak geçiren, ailesine kim olduğunu çaktırmamaya çalışan biri. Bu kırılma noktaları da oyunun temel damarını oluşturuyor.

“Yoksul ama eski olmayan” evin dekoruna fonda da Scorpions’ın “Beni anın büyüsüne götür” dediği şarkısının eşlik ediyor olması manidar! Sahnede “ev” imajını merkeze alırken, ana arterde kurduğunuz alt katmanlar nasıl bir perspektiften besleniyordu?

 Kemal Aydoğan: Evin içine Louis’nin hem annesinin beyanını hem de annesini gözlemlerken teşhis ettiği durumu yerleştirdik: Annenin evin içinde bir tür köle oluşu. Bu kölelikten kurtulup özgürleşmesi ise tamamen yazarın perspektifi. Yazar, anneyi hem erkek egemen ideolojiden hem de bunun yansıması olan ev içi kölelikten kurtararak, yeniden üretim mekanizmasını sekteye uğratan bir özgürleşme sürecine dahil ediyor. Anneyi özgürleşme öznesi olarak görüyor ve hayatını da buradan okuyor. Ben bu oyunu, annemi düşünerek ve annem için yapıyorum. Kendi annemle Louis’nin annesi arasındaki benzerlik, aramızdaki binlerce kilometreye rağmen şaşırtıcı bir biçimde örtüşüyor. Oyunu yaparken annem bir an olsun aklımdan çıkmadı. Oyun benim için, annemin özgürlüğü yakalayamaması ve kaçırdığı tüm fırsatlar adına yapılan bir noktada.

“Hepimizin bakış açısının değişmesi lazım! Biz erkekler, kadınları ev içine hapsederek aslında neyi satın alıyoruz?”

“Ev içi emeği” sahnede görünür kılarken, oyuncunun eylemsel olarak yorulduğu yerden, seyircileri de bu döngünün görünürlüğüyle yoruyorsunuz…

 Kemal Aydoğan: Edebiyatın ve sanatın yaptığı tam olarak bu. Yaşarken fark etmediğimiz şeyleri görünür kılmak. Evin içinde olup biteni görmezden gelip, ardından “anneliği” soyut bir yere yüceltmek istemedik. Çünkü kadının yaptığı yalnızca “yeniden üretim” değil; aynı zamanda “doğrudan üretim”. Eğer bu emeğin karşılığı ödenseydi, maliyeti karşılanamazdı. Evin içindeki emek görünmeden, o yorgunluk anlaşılmadan hiçbir şey değişmez. Hepimizin bakış açısının değişmesi lazım! Biz erkekler, kadınları ev içine hapsederek aslında neyi satın alıyoruz? Ev temizliği, çocuk, yaşlı bakımı, cinsellik… Bunların hepsi görünmez emek. Biz de oyunda bu emeğin görülmesini istedik.

Onur Ünsal: Louis hikâyeyi, “Ben, kendi hasarlı gerçekliğimden yazıyorum” diyerek kuruyor. Bence kıymetli olan, anneyi annenin oynaması değil; anneyi oğlun bakış açısından sahneye taşımak. Kemal Abi en başta, “Ev içi emeğin görünür olmasını istiyorum” dedi. Kameraları sahneye koyup yakın çekimler yapmamızın nedeni de buydu: Her gün yapılan ev işlerini, belgesel estetiğiyle görünür hâle getirmek. Louis’nin annesine sorduğu gibi, ben de kendime sordum: “Louis’nin ne yaşadığını anlayabilir miyim?” Çünkü oyunda annesini anlatan bir çocuk var. Annenin hayatı dramatize edilmiyor, yalnızca hatırladığı kadarıyla aktarılıyor.

Ev içi angaryanın günümüzde hâlâ artıyor olmasını heteronormatif hayat yapısıyla ilişkilendiriyorsunuz. Birleşmiş Milletler’in Mayıs 2025’te yayınladığı rapor da gösteriyor ki kadınlar, tüm ücretsiz bakım çalışmalarının yüzde 76,2’sini üstleniyor. Siz bu gidişatı nasıl okuyorsunuz?

Onur Ünsal: 1800’lerin sonunda haftada 51 saat olan ev içi angarya, 2017’de 54 saate ulaşmış. Bu angarya, kadınları yeni fikirler üretmekten ve kişisel özgürleşmekten alıkoyarken; beden yorgunluğunun içinde iç çekilmeye mahkûm ediyor. Oysa teknoloji (çamaşır, bulaşık makinelerinden elektrikli süpürgelere, robotlara kadar) gelişmişken, ev içi angaryanın hafiflememesi düşündürücü! Burada heteronormatif hayat yapısının ve “vicdanı yükü daha geniş” olduğu varsayılan kadına tüm işlerin yüklenmesinin etkisi büyük. Louis’nin de belirttiği gibi, normlar değiştirilmediği sürece bu angaryadan kurtulmak mümkün değil. Çünkü ev içi angarya, günün sonunda özgürleşmeye değil, yalnızca (yorgunluktan) uykuya yönlendiren bir döngü yaratıyor.

“Annem Bu Hapishanede Mahkûmdu”

80 sayfalık hikâyede o kadar çok detay görmüşsünüz ki; her obje somut ve soyut şekilde “hayatı” işaret ediyor ve seyretmesi etkileyici bir deneyim sunuyor…

 Onur Ünsal: Yaşanılanı, bilineni, vücudun deneyimlediği yerden konuşalım istedik; bu fikri Kemal Abi realize etti. Aynısını sahnedeki halime de uyguladı. Ev içi angaryayı ve yorgunluğu seyirciye doğrudan, fiziksel olarak hissettiriyoruz. Bu, metni okumaktan öte, “yorgunluğun bedenleşmesi” anlamına geliyor.

Kemal Aydoğan: Metni okurken durduğum bir an var; Peter Handke ile ilgili. Louis diyor ki: Annem ile Handke’nin annesi arasında binlerce kilometre fark vardı, ama ikisi de aynı şeyi anlatıyordu -neredeyse kavramlarına kadar… Kitapta bizim eylemsel rutinimizin anlatısı yoktu. Ama biz de yalnızca anlatarak geçemezdik, eylemsel de göstermeliydik. Oyunun bedenleşmesi gerekirdi. Dekor çokluğuna gelince, kadın da galiba böyle bir ortamda hapis. Yazar zaten, “Annem bu hapishanede mahkûmdu” diyor.

 

Dekorda sizin tarifinizle bir “hafıza alanı” yaratıyorsunuz. Bedenin dönüşümüyle kadında bir potansiyel açığa çıkıyor. Peki, sahnede geçmişi yeniden dönüştürme fikrini nasıl kurguladınız?

 Kemal Aydoğan: Dekorun örtüsünün açılması yalnızca bir sahneleme eylemi değil, aynı zamanda bir hafızanın, bir geçmişin, bir ihtimalin varlığını işaret eden önemli bir eşik. Oyuncunun kostüm ve beden dilindeki değişimi -pasiflikten özgürleşmiş bir bedene geçişi- kadının potansiyelini açığa çıkarmasını sembolize ediyor. Oyunun en çarpıcı cümlelerden biri: “Barışmamız yalnızca onun geleceğini değil, geçmişimizi de dönüştürdü.” Louis bunu 30 yaşında yakaladığını söylüyor. Bizim de bu perspektifin peşine düşmemiz gerektiğini hatırlatıyor: Geçmiş sabit değil, değişebilir!

“Louis’nin Kitapları, Birer Kaynak Metin Gibi Okunabilir”

Dile kolay, 45 yıllık bir ömrün çözülmesine ve yeniden inşasına tanıklık ettiğimiz annenin, sizce bu sürecini hangi yapısal dinamikler tetikliyor?

 Onur Ünsal: Yazar gibi ben de öyle hissediyorum. Annesini deneyimlemek ve kadınlık hakkını geri almasını görmek istiyor. Kadın, 45 yaşından sonra 18 yaşındaki haline dönmek istiyor. Arada şiddetle örülü, kayıp bir 25 yıl var. Bu kaybın farkına varıp kaçmak, kurtulmak ve başka bir yaşamı deneyimlemek istiyor. Bence, yazar yalnızca aklın ve mantığın çözümlemelerine değil, duyguların içinden gelen tepkilere de büyük önem veriyor. Gerçekte özgürlük için imkâna ve paraya ihtiyaç var. Bu konularda ahkâm kesmek bana itici geliyor; zira bu uğurda hayatını kaybeden birçok kadın var. Erkek terörü hâlâ çok baskın. Sanki herkesi bekleyen bir hayat var da bir adım atınca her şey çözülecekmiş gibi! Bu bir savaş ve oyunda da söylendiği gibi, bu savaş sadece bireylere yüklenmemeli. Sosyolojiyle, kodlarla ve alışkanlıklarımızla oynamamız gerekiyor. Bu noktada Louis’nin kitapları, birer kaynak metin gibi okunabilir.

“Hayatımızın Kazananları Kaybedenler, Kaybedenleri Kazananlar Oldu”

Oyunda en sevdiğiniz replik ve bölüm hangisi?

Kemal Aydoğan: Çok replik var ama en sevdiklerimden bir tanesi: “Tarihin kaybedenleri olarak başladık hayata; o bir kadın, ben asi, ucube canavar. Ama bir matematik denklemindeki gibi kusursuz bir simetrik dönüş yaşandı. Hayatımızın kazananları kaybedenler, kaybedenleri kazananlar oldu.” Bu cümleyi kurmuş biri nasıl umutsuz olabilir! Bence, Louis umutlu bir devrimci.

Onur Ünsal: Sessizlikler daha çok hoşuma gidiyor. Repliği söyledikten sonra oluşan sessizliklerde daha derin içime doluyor oyun. Söylediğim cümlenin bende yarattığı bir “çökme hali” oluyor. Örneğin, annesinin Louis’i arayıp evine temizliğe gelmek istemesi: “Sessizce temizliği yaparım, seni rahatsız etmem, parayı masanın kenarına bırakırsın, alır çıkarım” dediği o an… Canım hakikaten orada durmak istiyor.

Oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan

“Oyunda Kızıl Bayrak Yok Basma Etek Var”

Afişte basma eteğin bir bayrak gibi dalgalanması; bir yanıyla siyasi ve toplumsal arenada umut da veriyor. Sizdeki tarifi nedir?

 Kemal Aydoğan: Eğer politik bir bakış açısıyla yaklaşırsan, gündelik eylemlerin içinde de gizli devrimci potansiyelleri görebilirsin. Zira bunu her an, her yerde yapmak mümkün. Hiç de öyle büyük cümlelere veya gösterişli eylemlere gerek yok! Tiyatrodaki yaşayışı da devrimci bir perspektifle okuyabiliriz. Mesela, oyunda “kızıl bayrak” yok; sadece bir tane “basma etek” var.

KÜNYE:

Çeviren: Ayberk Erkay
Dekor Tasarım: Bengi Günay
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
Vokal Koçu: Damla Pehlevan
Afiş Tasarımı: İlknur Alparslan
Oyun Fotoğrafları: Orçun Kaya
Tek perde / 105 dakika
Oyun takvimi: 26, 27, 28 Aralık / Moda Sahnesi

 

Kaosun Ortasında Yan Yana Olmak

0 0,00