Çok değil 2000’lerin başına, o dönemin Türkiye sanat ortamına dönelim. İstanbul Avrupa’nın sanat merkezlerinden biri olma yolunda. Uzun süreli kalma koşullarının uygunluğu, sanat ortamının çeşitliliği göz önüne alındığında expad’lar için gözde yaşam mekânlarından. Türkiyeli sanatçılar böylece uluslararası denecek bir sanat ortamında üretimini sürdürüyor.
İstanbul Modern, Pera Müzesi gibi büyük sermayeli kurumsal yapılar açılıyor, Contemporary başlıyor. İstanbul Bienali oturmuş, güçlü bir yapı. Türkiye pavyonu, Venedik Bienali’nde ulusal pavyon statüsüne geçiyor.
2000 yılında Instagram’ın hayatımıza girmesine daha on yıl var. DeviantArt henüz yeni kurulmuş. İnternetin varlığıyla dengeler değişmeye başladıysa da sanatçıların kariyerlerinin başında kendi başlarına değil de galeri ya da kolektifler, inisiyatifler içinde görünürlük kazandığı dönem hâlâ devam ediyor.
Karşı Sanat, 5533, Amber Platform gibi bağımsız oluşumlar sanatçıların sanatsal süreçlerini ve görünürlülüklerini desteklemek için kuruluyor. Galerist, Dirimart, Zilberman, Elipsis, Rodeo gibi pek çok galeri bu yıllarda açılıyor. Depo da faaliyetlerine bu yıllarda başlıyor.
Türkiye Genelinde Büyüme
Sanat alanındaki bu büyüme Türkiye geneline yansıyor. Sinopale, Çanakkale Bienali, 2010’a gelindiğinde ise Mardin Bienali başlıyor. Çağdaş sanatlara devlet desteği yine eser miktarda olmakla beraber özel sektörün ve fonların alana ilgisi artıyor. Vakıf üniversiteleri güzel sanatlar fakülteleri açmaya başlarken sanat yönetimi bölümleri de bazı üniversitelerde yerlerini alıyor.
Elde kesin kaynak olmamakla beraber koleksiyoner sayısının da bütün bu gelişmelerle birlikte arttığı söylenebilir. O yıllar da kendi içinde sayısız sorun barındırsa da bir büyümeden söz edilebilir. 90’larda başlayan politik ve kavramsal sanat üretimi 2000’lere gelindiğinde yaygınlaşıyor. Kimlik, göç, kent, toplumsal cinsiyet, bellek, militarizm sanatın ana temaları.
Ülkeye bakıldığında ise bu yıllarda AB’ye tam üyelik müzakereleri başlıyor, 2000’lerin sonuna gelindiğinde açılım sürecinden söz ediliyor. 2010’ların başının kültür-sanat ortamına İstanbul Avrupa Kültür Başkenti damgasını vuruyor. Projeler, etkinlikler, eğitimler bir-iki yıl öncesinden başlıyor. Salt, Arter, gibi büyük sermayeli sanat kurumları; Pasaj, Halka Art, Performistanbul gibi bağımsız sanat oluşumları; Sanatorium, Mixer gibi galeriler açılmaya devam ediyor.
Artık sosyal medya gündemde. Özellikle sanat ortamında hâlâ önemini koruyan Instagram’ın kullanılmaya başlandığı yıllar. Sanatın dolaşımının kolaylaşması ve hızlanması tartışma yaratıyor.
2010’ların Ortasında Değişen Türkiye
Politik olarak ve gündelik hayatta ise bir şeyler hızla değişiyor. Reyhanlı bombalı saldırıları, Ankara Garı saldırısı, Suruç Katliamı, Beşiktaş saldırıları gibi sayısız kanlı olay Türkiye’yi yarası sarılamayacak denli etkilerken ülkeye yatırımlar askıya alınıyor. Bu durum Türkiye’yi yurtdışından sanatçı ve kurumların proje gerçekleştirmek için seçebilecekleri güvenli ülke statüsünden çıkarıyor. Toplumun özgürlük duygusuna belki de en yakın hissettiği Gezi Parkı direnişi sonrasındaki politik atmosfer ise umut edilen şartların hiç kimse ve hiçbir kesim için ulaşılabilir olmadığını gözler önüne seriyor.
Bu dönemde bazı sanat kurumları, inisiyatifler kaynak yetersizliğinden ya da Türkiye politikasının sonuçlarından etkilenerek kapanıyor. Ahmet Öğüt, Altı Aylık (2016) enstalasyonunu bu ortamda sergiliyor. Son yıllarda kapanan sanat oluşumlarının tabelaları enstalasyonunda duvarı kaplıyor.
Ardından 15 Temmuz’un getirdiği güvensizlik ortamı ve sonrasında 2017’deki Anayasa Değişikliği Referandumunun sonuçları birçok insanı gelecekleri için karar almaya zorluyor. Birçok meslek kolundan insan gibi sanat sektöründen bireyler de zor ekonomik koşulların, daralan özgürlük ortamının etkisiyle yurtdışına göç ediyor.
Öte yandan sanatta dijitalleşme yalnızca bir üretim aracı olmaktan çıkıyor; bir erişim, satış aracı olarak yerini alıyor. NFT sanat piyasasına hızla giriş yapıyor.
2020’ler Zorlu Başlıyor
2020 ise pandemi ile başlıyor. Ölüm kalım şartlarında her sektör zarar görürken yıkıcı darbelerden birini de sanat alıyor. Uzun zaman kapalı kalan galeriler, duran satışlar karşısında sosyal medyada görünürlük hiç olmadığı kadar önemli hâle geliyor ve önemini pandemiden sonra da koruyor.
Güzel sanatlar fakültelerinden, kültür-sanat yönetimi bölümlerinden sektöre yeni mezun yağarken üretim ve iş olanakları gittikçe daralıyor.
2021’de İstanbul Sözleşmesi feshediliyor, 2023’te ülke 6 Şubat Depremi ile sarsılıyor. Çember daralıyor. Yapay zeka ise hayatımızın her alanına hızla giriyor. Sanat üretim aracı olarak da kullanılmasıyla sanatın tanımı sarsılıyor. Özgünlük, telif, yaratıcılık, işçilik gibi birçok alanda sanat artık eski sanat değil. Sanat zaten neydi? Ne olmalı? soruları bugün hâlâ sonu gelmez bir tartışmanın konusu. Birçok sanatçı için yapay zekanın sağladığı olanaklar, alanlar bu tartışmayı gereksiz kılarken, kimine göre insan deneyiminden yoksunluğu ile içi boş bir üretim aracı.
Yaşanan zorluklardan en büyüğü ve yıkıcısı ise belki de ekonomik koşullar. 2000’in başında eski parayla 500 bin olan dolar 2025 Ekim’inde 42 liraya dayanmış durumda. Zor ekonomik koşullar sanatçının üretimini, materyale ulaşımdan sergilemeye kadar her alanda birebir etkilediği gibi koleksiyoner sayısının azalmasına neden oluyor. Çünkü eski orta-üst sınıf artık iş satın alacak birikime sahip olmayan “orta, alt-orta” sınıf hâline gelmiş durumda.
Sanatçılar Üretmeye Devam Ediyor
Birçok eksik barındıran bu kısa özetle bile 2000’den bu yana Türkiye’de ve sanat ortamında dengelerin, değerlerin, koşulların oldukça değiştiği görülebilir. Yine de sanatçılar üretmeye, sanat inisiyatifleri açılmaya, sanat ortamı bir biçimde yaşamaya devam ediyor.
Belki sanat ortamının daha yoğun ve nispeten fırsatlar barındıran dönemlerine yetişmediler ama yeni nesil sanatçılar günümüzün bütün bu değişkenleri arasında varlıklarını sürdürüyorlar. İçine doğdukları sanat ortamını, Türkiye’yi tanımlayacak birçok sözcük var ama en öne çıkanı belki de: belirsizlik. Belirsizliğe karşın –belki ondan beslenerek– yeni biçim ve biçem arayışındalar. Mutlaktan kaçınma, süreci yaşama ve yansıtma eğilimindeler. Değindikleri konular ekolojik yıkımdan beden politikalarına, kimlik ve temsiliyetten görünürlük kültürüne, post-human ve biyo-sanattan toplumsal adalete dek uzanıyor. 1960’ların sloganı “kişisel olan politiktir” sözünden doğru, belki ona eklenerek ve tersini alarak politikanın kişiye; bedenine, zamanına, belleğine, benliğine ne yaptığıyla ilgileniyorlar.
Bu dosya konumuzda Türkiye’den yeni nesil sanatçılarla sanatta teknolojinin kullanımı, özgürlük, özgünlük, görünürlük, ekonomik sürdürülebilirlik, yapay zeka gibi birçok konuda konuştuk.

Ülkenin Gündemindeki Her şey Üretim Koşullarını Etkiliyor
Can Memişoğulları
İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik bölümünü birinci olarak bitiren Can Memişoğulları, bireysel ve toplumsal dönüşüm süreçlerini konu alan araştırmalarını ses, mekân ve dijital teknolojilerin etkileşimleriyle ilişkilendirir. Güncel sanat ve müzik alanında disiplinlerarası bir yaklaşımla üretim yapan Memişoğulları’nın sanat pratiği, insan algısını ve teknolojinin çevreyle kurduğu dinamik ilişkiyi sorgularken, doğal fenomenler ve kültürel yapıların kesişim noktalarına odaklanır.
Arter, Akbank Sanat, İKSV, Türkiye Avrupa Vakfı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi gibi kurumlarla sergi, performans ve atölye projeleri gerçekleştiren Memişoğulları, izleyici deneyimini dönüştürücü bir araç olarak kullanır.
Mekân, ses ile dijital teknolojilerin etkileşimleri üzerine çalışıyorsunuz. İzleyici katılımını önemsiyorsunuz. Kullandığınız interaktif teknolojileri biraz açmanız mümkün mü? Bu unsurların kesiştiği yerde, iş üretirken aldığınız kararlarda teknolojinin sınırları mı yoksa olanakları mı daha belirleyici?
Ben genellikle çeşitli kamera, hareket ve mesafe sensörleri ya da mikrofonlar aracılığıyla seyircinin işle kurduğu etkileşimi topluyorum.
UZA(n-m) adlı işim ise içeriğin de aktivasyonun da seyirciye bağlı olduğu bir örnek; eser, odadaki tüm sesleri dinleyip kaydediyor ve bunları 50–100 milisaniyelik parçalara bölüyor. Ardından bu ses parçalarını tınısal özelliklerine göre gruplandırarak bir enstrümana dönüştürüyor. Görsel dünyasında ise başlangıçta “Ses Çıkar veya Bana Doğru Uzan” yazıları beliriyor. Bu yazılar, küle benzer bir partikül sisteminden oluşuyor. Biri ses çıkardığında bu parçacık dünyası sesin şiddetine göre hareketleniyor; seyirci işe doğru uzandığında ise bu “enstrüman” çalınmaya başlıyor ve duvarda, parçacıklardan oluşan kendi yansımasını görüyor. Bir bakıma kolektif bir hafızanın içinde kendisini buluyor. Bu iş, nefret söylemiyle nasıl baş edebileceğim üzerine düşünürken ortaya çıktı. “Eğer sesin içinden dilsel anlamı silersem, geriye sadece iletişim isteğimiz kalır mı?” sorusu bu fikrin çıkış noktasıydı.

Sanat üretiminde özgürlüğü nasıl tanımlarsınız? Kendinizi herhangi bir bağlamda sınırlandırılmış hissediyor musunuz?
Sanat pratiğimde özgürlüğü tanımlamaya çalışırken aklıma gelen ilk kavram sürdürülebilirlik. İstanbul’da yaşayan bir sanatçının pratiğini sürdürmesi son dönemlerde giderek zorlaştı; ülkenin gündemindeki her şey üretim koşullarını doğrudan etkiliyor. Bu kırılgan ortamın en belirgin tarafı ise ekonomik olarak kendi kendini destekleyen sistemlerin de tıkanması. Özellikle kariyerinin erken döneminde olan bir sanatçının hayatını tamamen sanatından kazanması zaten çok zorken, bunun pamuk ipliğine bağlı biçimde sürmesi pratiğinizi –fark etmeseniz bile– ona göre şekillendiriyor.
İKSV, Arter, Akbank Sanat gibi kurumlarla da çalışmış bir sanatçı olarak yeni kuşak sanatçıların destek mekanizmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne gibi politik ya da kurumsal değişiklikler yeni kuşak sanatçıları üretim, görünürlük ve ekonomik sürdürülebilirlik alanında destekler?
Türkiye’deki destek mekanizmaları genellikle görünürlük üzerinden işliyor. Henüz büyük kurumların yeni kuşak sanatçılara, yaşamlarını idame ettirebilecek ölçüde maddi destek sunduğuna tanık olmadım. Oysa sanatçıya en azından birkaç ay boyunca maddi kaygı taşımadan üretim yapabileceği bir sistem sağlanmalı. Bu tür süreli destekler, üretim pratiğini güçlendirecek en temel adımlardan biri olurdu.
Sorunun kökeni, sanat alanının büyük ölçüde özel kurumların desteğine dayanması. Oysa başka ülkelerde kamu bu sistemlerin ana sponsoru olur; eksik kalan noktalar ise özel sektör desteğiyle tamamlanır. Bizde bu denge çoğunlukla belediyecilik üzerinden, kültürel miras alanlarının sergi mekânına dönüştürülmesiyle kuruluyor. Bu elbette önemli ama İstanbul’un asıl ihtiyacı daha fazla galeri değil, sanatçıların üretebilecekleri alanlar ve atölyeler.

Sanat Durmanın, Hatırlamanın ve Bağ Kurmanın Aracı
Begüm Malkoçlar
Begüm Malkoçlar, sanatında gerçeklik ile kurgu arasındaki ilişkiyi araştırarak hafızanın akışkan doğasını inceler. Varoluş, kimlik ve insan–evren ilişkilerine odaklanır. Kolektif hafızayı rüyalar, mitler ve hikâyeler üzerinden ele alarak insan deneyimine alternatif bir bakış sunmayı amaçlar.
Lisans eğitimini New York’taki Pratt Institute’ta tamamlayan sanatçı, yüksek lisansını Londra’daki Royal College of Art’ta yaptı. İstanbul, New York ve Londra’da sergilere katılan Begüm, Soluk Mavi Nokta adlı ilk kişisel sergisini Büyükdere35 Galeri’de açtı ve Akbank Sanat’ın düzenlediği 43. Günümüz Sanatçıları Sergisi’nde yer aldı Çalışmalarına Londra’daki atölyesinde devam ediyor.
Sanat ekosisteminin bir parçası olarak yeni kuşak sanatçıların ekosistemin bütünü üstündeki etkisi hakkında neler söylersiniz? New York ve Londra deneyimlerinizi de göz önüne alarak kendinizi sanatsal bir bütünün parçası gibi hissediyor musunuz?
Sanat ekosistemi, sanat yapan ve sanatla ilgilenen insanların hem bireysel hem de ortaklaşa hareket ederek büyüttüğü bir yapı. Yeni kuşak sanatçılar bu yapıyı dönüştürmek ve dönemin ruhunu yakalamak için kritik öneme sahip. Her nesil, dünyanın değişen çatışmaları ve teknolojik olanaklarıyla yeni bir mücadele veriyor, bu da farklı sanatsal bakışlar doğuruyor. Bu bakışların görünür olabilmesi için ekosistemin deneyimli kesimlerine düşen sorumluluk, genç sanatçılara alan açmak ve üretimlerini desteklemek. New York ve Londra gibi çok kültürlü şehirlerde görünürlük kazanmak zor olsa da bu şehirlerin olanakları üretim ve paylaşım için büyük bir fırsat sunuyor. Ben de hem bu şehirlerle etkileşim kurarak hem de işlerimi sergileme fırsatı bularak sanatsal bir bütünün parçası olduğumu hissettim.

Bellek, zaman, geçicilik üstünde durduğunuz temalardan. Sanat bir bakıma kolektif bellek görevi de görüyor. Sizin işlerinizin bu ortak belleğe hangi tümceyi bırakmasını, işlerinizin hangi söz ile anılmasını isterdiniz?
Sanat, yüzünü ileriye dönmüş, gününü yarın için yaşayan dünyanın anksiyeteli ruh haliyle başa çıkmak için durmanın, hatırlamanın ve bağ kurmanın aracı benim için. Belki de bu yüzden geçmişten gelen bağları araştırmaya, zaman ve mekânın ötesinde ilişkiler kurmaya, hikâyeler aracılığıyla duygusal ortaklıkları keşfetmeye, içe ve doğaya dönmeye ihtiyaç hissettim. Büyükdere35 Galeri’de gerçekleştirdiğim kişisel sergimin isminin Soluk Mavi Nokta olması da aslında dünyanın koca evrende yalnızca ufacık, önemsiz bir alan kapladığını vurgulamak için değil; bu noktanın bizim yuvamız olduğunun, bütün mevcudiyetiyle bir olduğumuz gerçeğinin altını çizmek içindi. Farklı kanallarla bağlı olduğumuz kolektif bir belleğin koruyucularıyız. Benim sanatım da bu bağları görünür kılmak ve dolayısıyla gündelik hayatın telaşı içinde kolaylıkla unutulan bu derinliği anımsamak için görsel bir uyarıcı görevi üstleniyor.
Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Toplumsal, politik, ekolojik… Kişi belki kendini hiç bu kadar her yerde var hem de her an yok olacakmış gibi hissetmedi. Bu farklı varoluş durumu sizce sanatı nasıl etkiledi?
Sanat da birçok disiplin gibi postmodernist düzenden nasibini alan, hatta belki de bu dönemin ruhunu aynalamayı en tutarlı şekilde başaran alanlardan biri. Değer ve kıymet biçmenin her daim sıkıntılı olduğu bu alanda, şirazenin iyice kaymış olduğunu gözlemlemek hiç zor değil. Bu yüzden uç noktalarda gezinen, zıtlıkları bir araya getiren sanat yaklaşımlarıyla da daha sık karşılaşır olduk. Bir taraftan teknolojinin, yapay zekanın ve yeni iletişim araçlarının etkisinde şekillenen sanat formları artarken; diğer taraftan eskiye dair özlem ve nostaljik duyguların etkisiyle geleneksel zanaatlara, el işlerine, analog formatlara dönüş de bir o kadar hız kazandı.
Henüz daha köprünün ortasında olan ve günümüz sancılarına, günümüzün olanaklarıyla cevap vermeyi hedefleyen sanatçılar; ara bir form, hibrit bir yapı, parçalı bir anlatı yaratmanın yollarını arayacak.

Bir “Derdimin” Olması, Görünür Olmaktan Çok Daha Önemli
Furkan Akhan
1997’de İstanbul’da doğan Furkan Akhan, 2019’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun oldu. 2017’de REM Art Space’te Hiçbir Yerden, 2023’te Merdiven Art Space’te Dress Code ve 2024’te Han Space’te Modus Operandi adlı kişisel sergilerini gerçekleştirdi. Sanatçı çalışmalarını İstanbul’da sürdürüyor.
Çalışmalarında, yağlı boya, akrilik resimler; kara kalem, füzen, mürekkep desenler; karışık teknikler, pozitif ve negatif alanları kullanıyor. Malzemeler arasında alt/üst ilişkisi kurmuyor. Karşılaştığı imgeler üzerinde kendisine problem inşa edecek alanları buluyor. Çeşitli dijital altyapılar aracılığı ile imajları manipüle ederek tekrardan kurguluyor, resimleştiriyor. Eserleri imajın çoğaltılabilirliği ile resmin tekilliği arasındaki muğlaklık içerisinde hareket ediyor. Sanatçı boşluğa yerleştirdiği imgelerin sessiz dilini kullanarak kendi anlatısını sürdürüyor.
İdeal bir özgeçmişe sahip olduğunuz söylenebilir. Avni Akyol Lisesi, ardından Mimar Sinan… Gülçin Aksoy, Fulya Çetin gibi sanatçıların asistanlığı, sonrasında tutarlı biçimde iş üretmek… Ama değerler, içinde bulunduğunuz sanat ortamının şartları değişti. Görünürlük birçok şeyin önüne geçti. Sizse sanatsal sürecinizi görünürlük konusunda çabasız yürütme eğilimindesiniz. İçine doğduğunuz sanat ortamını ve sizin içindeki varlığınızı nasıl değerlendirirsiniz?
Gözlemlediğim kadarıyla her iki hocam da üretim sürecine odaklanan, işi düşünsel temelde ele alan sanatçılardı. Asistanlık yaptığım dönemlerde sohbetlerimizin büyük çoğunluğu sanatın üretim biçimleri, fikirlerin nasıl biçimlendiği ve işin içeriği üzerineydi. Bu yaklaşım bugün benim üretim anlayışımı doğrudan şekillendiren bir etki bıraktı. Dolayısıyla benim için sanatçı olarak bir “derdimin” olması, görünür olmaktan çok daha önemli hale geldi. İşlerimi de bu doğrultuda üretmeye gayret ediyorum.
Görünürlük meselesi ise özellikle pandemi ile birlikte daha görünür hale gelen bir konu oldu. Bu dönemde kültür-sanat alanında kaçınılmaz biçimde yeni dinamikler ortaya çıktı. Ben o süreçte buna “çevrimiçi sanat” demiştim. Sanırım görünürlük meselesi, sanatçıların sosyal mecralarla kurduğu bu yeni ve zorunlu ilişkiyle doğru orantılı olarak gelişti. Bağımsız sanatçılar o dönemde kendi işlerini kendileri yönetmek, hatta deyim yerindeyse “kendi söküklerini dikmek” zorunda kaldılar. Bana kalırsa bu durum galerilerin sanatçılara sağladığı görünürlük desteğinin yerini aldı. Böylece galerici-koleksiyoner-sanatçı ilişkisi yerini sanatçı- algoritma ilişkisine bıraktı. Yine de sanatçının bir derdi olmadıkça üretimlerinin algoritma düzeyinde bile bir karşılığı olacağını düşünmüyorum.

Hiçbir zaman bitmeyen ama son dönemde ağırlığını daha da hissettiğimiz olumsuz ekonomik koşullara karşın sanat üretimini nasıl sürdürebiliyorsunuz? İş satışı, fonlar, projeler üretiminizin sürdürülebilirliğini sağlıyor mu?
Öğrencilik yıllarımdan beri üretmenin bir yolunu buldum. Hiçbir zaman üretimlerimin sürekliliğini sağlamak için iş satışlarını temel kaynak olarak görmedim. Fon ya da proje başvuruları da bana çok yakın değil. Bunun yerine her zaman üretimlerim için kendi imkânlarımla ek kaynaklar yaratmaya çalıştım. Bu yaklaşım bana hem bağımsızlık hem de düşünsel anlamda geniş bir özgürlük alanı sağlıyor.
Çağdaş sanatlarda dayanışmanın kökeni geçmişe uzanıyor. Sanat inisiyatifleri, kolektiflerle köklenmiş bir gelenek mevcut. Yalnız ben mi yanılıyorum bilmiyorum ama son dönem sanatçılar arasında dayanışma gözlemlemek güçleşti. Siz ne düşünüyorsunuz? Sanatçı olarak kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
Yalnızlığı sevenlerdenim; fakat itiraf etmem gerekirse, şu sıralar onu en yoğun hissettiğim dönemdeyim. Yine de bu duyguyu paylaştığımda beni en iyi anlayanlar sanatçı arkadaşlarım oluyor. 2017 yılında Huzur Apartmanı adını verdiğimiz bir binada, bir grup sanatçı olarak üretim odaklı kolektif bir yaşam kurmuştuk. Bu birliktelik uzun süre devam etti. Açık konuşmak gerekirse, en üretken olduğum dönemdi. Çünkü bir dayanışmanın ve dostluğun içinde olmak, insana tarif edilemez bir güven duygusu veriyordu.

Vasatın Önüne Geçmek Önemli
Arek Qadrra
Arek Qadrra 1995’te İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi resim lisans eğitimini tamamladı. 2016’da Viyana’da Akademie der Bildende Künste Wien, Conceptual Art bölümünde eğitim gördü. 2023 yılında Marmara Üniversitesi Resim Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı. 2024’te Sanatta Yeterlilik programına başladı.
Sanatçı, ses, metin, imge, video ve yeni medya ile deneysel çalışmalar yürütmektedir. Katıldığı bazı sergi ve rezidanslar arasında BASE 2017, Sonar +D, Gallery Space by Digilogue 2019, Aura Mimarlık ve Şehircilik Araştırma 2020, Piksel Yeni Medya 2020, İKSV, ÇAP 2021, Zilberman Gallery GYF 12 2023, 212 Fotoğraf Festivali St. Benoit, Daire Sanat Konuk Sanatçı Programı yer alıyor.
İşlerinizde kavramsal metinler, arşiv, dijital görselleştirme, ses gibi birçok araç kullanıyorsunuz. Bu anlamda dijital teknolojinin olanaklarından faydalanıyorsunuz. Sanat ile ilişkisi ise bitmez bir tartışma. Sizce dijitalleşme ile gelen olanaklar sanata neler kattı, neler götürdü?
Ben dijital veya analog fark etmeksizin kendini veya herhangi bir şeyi ifade etme biçiminin ve işe hakkını vermenin önemli olduğuna inanıyorum. Gelişen teknoloji bizi dipsiz bir dünya olan dijitalle tanıştırdı. Robert Oppenheimer teknolojiyi bir düşman olarak görmenin insanlığın kendisini çaresizliğe terk etmesi demek olduğunu ifade ediyordu. Bunu insancıl ve sanatsal bir perspektiften düşündüğümüzde dijital teknolojilerin ifade yöntemlerimize, algımıza ve anlam dünyamıza ters düşmeyeceğini varsayıyorum. Dijital dünyada keşfedilecek daha çok alan var. Bu buluşların sanatta ifade gücünü de olumlu yönde etkileyeceğine inanıyorum. Ancak uyanık olmak ve elimizdekini kullanmayı bilmek gerekir. Bu noktada vasatın önüne geçmek önemli.

Yeni kuşak sanatçılar için sanat dünyasına ilk adımlar kendi içinde barındırdığı bütün sorunlara karşın yine yarışmalarla başlıyor. “… şayet sanat üzerine bir yarışma yapıyorsak kıyaslamak ve yargıya varmanın ötesine geçmek bize çok şey kazandıracaktır,” diyorsunuz. Biraz açar mısınız sözlerinizi? İdeal bir sanat yarışması nasıl olmalı? Neleri gözetmeli?
Ben bu sözü bariz biçimde herhangi bir sanatçıyı veya sanat eserini bir diğeri ile kıyaslamanın bizi bir yere götüremeyeceği düşüncesiyle sarf ettim. Sanatı ele alınca direkt sanat yapıtı ve insan arasında beliren varlık durumunu düşünüyordum. Kıyaslamak ve bir eseri yargılayarak iyi, kötü, estetik gibi çıkarımlar yapmadan önce onun varlığını kabul edebiliyor muyuz? O iş bizde tınlıyor mu? İdeal bir yarışmanın ne olabileceği sorusuna yanıtım belki de hiç yarışma olmaması olur. Ancak böyle bir gelişme olmayacağını varsayarsak bir yarışmanın kriterlerinin, konusunun, teknik alanlarının ve kavramsal çerçevesinin belirlenmesi ve adil süreçlerin yürütülmesi mantıklı olacaktır diyebilirim.
Dünya sanat alanında fırsatlarla dolu. Çoğuna belki tek bir tuş ile erişmek mümkün. Ama dünyaya fiziksel olarak açılmak, seyahat etmek dendiğinde özellikle bu ülkenin vatandaşları olarak birçok sorunla karşılaşıyoruz. Vize almak, özellikle sanat vizesi almak, kariyerinin başlarında bir sanatçı için doldurulması güç sayısız belge demek. Sanki biz Avrupalı çağdaşlarımıza oranla sanatsal fırsatları değerlendirmede daha çok zorlanıyoruz, ne dersiniz?
Bürokratik dünyada sanatçının kabul görmesi zor olabiliyor. Düzenli geliriniz yoksa sık eser satışı yapmıyorsanız, buna dair belgeleriniz yoksa bir sanatçı vizesi almak neredeyse hayal. Sanatçı vizesi başvurduğunuz ülkenin caydırıcı taleplerinin etrafında şekillenen buz gibi bir gerçek. Çevremde sanatçı vizesi alabilenleri görüyorum bu uzun bir süreç ve birçok kriteri yerine getirdikten sonra alınabiliyor. Belki yarışmalarla kendimizi belirli bir kitleye ispat edebiliyoruz ancak devletler ve bürokrasi nezdinde bu çoğu sanatçının zorlandığı çetrefil bir yol oluyor.

Sanatın Hissettirmesi Yeterli
Deniz Ezgi Sürek
Deniz Ezgi Sürek 1990 yılında İstanbul’da doğdu. YTÜ Fotoğraf ve Video Bölümü’nden mezun olduktan sonra 2018 yılında Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı, işleri karma sergilerde yer aldı.
Oluşturduğu manzaralarda, her şeyin insanlık için var olduğu fikrine karşı çıkan bir anlatı hâkimdir. Çalışmaları, insanlığın ekolojik döngünün merkezinde olmadığını ve yaşamın ancak karşılıklı bağımlılık ve denge yoluyla sürdürülebileceğini göstermeyi amaçlar. Genellikle kendisinin çektiği fotoğraflardan oluşturduğu dijital kolajlardan oluşan kompozisyonlarında; döngüler, denge, tamamlanmamışlık, inşa hâli, melezlik, geçicilik gibi temalar öne çıkar.
İşlerinizde genelgeçer estetik kavramından uzak, melez figürlere yer veriyorsunuz. Bir yandan da insan merkezli düşünce biçimine bir karşı koyuş niteliğinde değerlendirilebilir işleriniz. Sanat son dönemlerde bu konularda yoğunlaşmaya başladı. Bu eğilimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanat çağın gereksinimlerini nasıl ifade ediyor?
Beden, insanın dış dünyaya karşı ara yüzü ve bizimle dışarısı arasındaki çizgidir. İnsan için çok önemli bir kavram olduğundan bedenin her dönemde sorgulanması ve yeniden yorumlanması bana olağan geliyor. Performans sanatının ortaya çıkması, post-human kavramı, feminist politika ve kimlik politikaları 1960-70-80’lerde çağdaş sanatta bedenin ele alınışını belirleyen şeyler olmuş. Ama bedenin sınırlarının sorgulanması, grotesk beden gibi kavramlar epey eskiye dayanıyor, ben Mikhail Bakhtin’in grotesk beden üzerine tanımlarından çok etkilenmiştim mesela. Ama son dönemde daha popüler ya da görünür oldu belki de. Bunun kimlik politikaları ve kapsayıcılık tartışmalarıyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

Görsele boğulduğumuz bir çağdan geçiyoruz. Yeni teknolojilerin kullanımıyla sanat üretiminde gözlemlenebilecek bir artış var. Yeni koşulların oluştuğu böylesi bir sanat ortamında özgünlük kavramını nasıl tanımlarsınız?
Fotoğraf ilk çıktığı dönemde de biricik olma ve dijital dönemde sanat üretimi üzerine tartışmalar olmuştu. Fotoğrafı da milyonlarca insan kolaylıkla çekebiliyor ama herkese sanatçı denmiyor. Bence sanatı ve sanatçıyı tanımlayan temel öğeler, üreten kişinin bir derdinin, kafaya taktığı bir konusunun olması, bir üslubunun olması ve uzun dönemler yılmadan üretim yapmasıdır. Bunlar bir araya geldiğinde kişi bir noktada sanatçı olarak kabul görüyor; bu bazen öldükten sonra da olabiliyor. Dolayısıyla üretim yaptığı araç ne olursa olsun –ister resim, fotoğraf, dijital sanat, ister yapay zeka– o işi sanat, üreteni de sanatçı yapan, araçtan bağımsız olarak yukarıda saydığım kriterler bence. Ve her ne kadar dijital iş üretsem de kişisel olarak sanat işinin biricik olmasını, uzun zaman harcanarak üretilmesini ve bir anda tüketilmemesini çok önemsiyorum.
Sanat üretimine katkı sağlayacak birçok kaynağa artık bilgisayarın başından ulaşmak mümkün. Bu durum sizce bu yeni tip sanat üretimine ne gibi özgürlükler ve sınırlar getirdi?
Büyük bir özgürlük çünkü arşivlere, müze koleksiyonlarına, akademik metinlere ulaşmak daha kolay. Ama her özgürlük beraberinde bir sınır da getiriyor. Bilgiye ulaşmak kolay ama yanlış bilgiye ulaşmak da çok kolay. İşlerimizi en çok kolaylaştıran araç olan yapay zeka ile özgün işler üretmek şu an bana zor geliyor; ortaya çıkan işler ham ya da belirli bir karakterden yoksun çünkü bence yapay zeka zeminsiz. Bir insanın görüşleri ve üslubu belirli bir arka plan üzerinde yükselir ve şekillenir; düşüncelerinin bir dayanağı, zemini olur. Bu araçlarda perspektifler ve zeminler sınırsız, bu yüzden yine insanın yönlendirmesine ihtiyacı var. Özgünlük ve üslubun önemi de burada devreye giriyor. Araçlar ve kaynaklar ne kadar fazla olursa olsun mutlaka temel tekniklerin bilinmesi ve arka plan bilgisinin olması gerekiyor. Ben hâlâ en çok kişisel, samimi ve yalın işlerden etkileniyorum. Sonuçta sanat anlaşılmak zorunda olan bir şey değil; bazen sadece hissettirmesi yeterlidir.

Samimi Niyetler Önemli
Can Ünlü
Avni Akyol Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde müzik eğitimi alan sanatçı, bu dönemde aynı zamanda görsel sanatlarla da ilgilenmeye başladı. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünde lisans eğitimini sürdürdü. Yüksek öğretim sürecinde serbest anlatım atölyesinde disiplinler arası pek çok denemeyle sanatını ortaya koydu ve bu dönemde üretimlerinde malzeme çeşitliliği dikkat çekti. Zamanla fotoğraf çalışmalarının sanatsal zemine aktarımı öne çıkmaya başladı.
İşlerinizde sanatın sergilenmesi olgusu, gerçek ve bilgi ile ilişkisi gibi birçok varoluşsal durumu sorguluyorsunuz. Sanki birçok sergi ve metin aracılığıyla sunulan bilgiye maruz kalıyoruz. Böylesi bir çağda sanatın işlevi ne olmalı?
Bazı işlerdeki yönlendirmeci ya da politik fırsatçılık beni hep rahatsız etmiştir. Bu işlerin metinleri genelde bu durumu zor okunur metinlerle örtmeye çalışıyorlar. Böylece güncel sanat ile samimi bir temas kuramayan bir halka sahibiz. Halk böyle bir zamanda aristokrat bir kraliçe tablosuna bakmak istemez.

Yeni kuşak sanatçılar dijitalleşmenin ve sosyal medyanın olanaklarından yararlanarak görünürlüklerini sağlamak konusunda eskiye oranla daha fazla mecraya sahip olsalar da işlerini fiziksel olarak izleyiciye ulaştırmakta hâlâ –belki daha fazla– güçlük çekiyorlar. İstanbul’da yaşamak yeni kuşak sanatçılara bu anlamda avantaj sağlıyor gibi. Sizse Çanakkale’desiniz. Çanakkale’de üretmenin zorlukları ve varsa fırsatları nelerdir sizce?
Sosyal medya görünürlüğü arttırsa da aslında haftada bir toplanan bir arkadaş grubu gibi. Grubun dışına çıkabilmek ise maalesef ücret karşılığında. İstediğimiz gibi olsaydı bile insanlarla gerçek ilişkiler kurmanın yerini tutamazdı. Benim İstanbul geçmişim olduğu için bu ilişkileri bir nebze kurabildim. Fakat Çanakkale’den pek çıkamamış sanatçılar için bu durum aleyhlerine oluyordur.
Galeri yapısının hantallaştığı, ihtiyaca karşılık veremediği kanısı gündemde. Bağımsız inisiyatifler, kolektif projeler ve alternatif sanat mekânlarının önemi daha da artmış gibi. Siz de hem profesyonel hayatınızda hem de sanatçı olarak bu gibi yapılarla çalışıyorsunuz. Sizce yeni kuşak sanatçılar için bu bağımsız yapıların önemi nedir?
Bağımsız inisiyatifler; beraber üretme, yeni fikirler geliştirme ve uzmanlık alanlarına göre görev dağılımları açısından özellikle de genç sanatçılar için çok geliştirici ortamlar sağlıyor. Tabii samimi niyetler bozulmadığı sürece.




