Tarlabaşı’nın dar ve yorgun sokaklarındayız. Sıvası dökülmüş, duvarları çatlamış binaların kimisi çoktan terk edilmiş, kimisi ise hâlâ direniyor. Bir yanda yaşam, bir yanda yoksulluk, bir yanda unutulmuşluk… Dik yokuşlar, çukurlu yollar, bir binadan diğerine sarkıtılmış çamaşırlar… Çıplak ayaklı çocuklar, ellerinde bir top, gözlerinde sokakların bütün yüküne rağmen parıldayan bir ışık. Yol kenarlarında molozlar—bazen bir evin kalıntısı, bazen yalnızca bir hatıra gibi duruyor. Bir yanda tekinsizlik, bir yanda hayatın inadı. Burada zaman, “kentsel dönüşüm” gölgesinde, çocukların oynadığı tozlu köşe başlarında, duvarlardaki çatlaklarda, asırlık basamakların gıcırdayan sesinde ilerliyor.
İstanbul’un hem merkezinde hem de bakışların uzağında kalan Tarlabaşı, 5 Ekim2e dek Salkım Saçak Sokak’ta bir sergiyi ağırlıyor. Kadim semtin çok katmanlı dokusu, şimdi bu dokunun içine yerleşen iki ayrı sanatçıyla farklı bir anlatıya dönüşüyor. Baran Kurtoğlu’nun Hamle Sırası ve Burhan Kum’un Misilleme başlıklı işleri, Gülden Bostancı Sanat Galerisi ile MeMaLondan’ın iş birliğinde, Mert Eyiler’in atölyesinde izleyiciyle buluşuyor. Burhan Kum, mekânın yaralarını sanatsal bir eleştiri aracına dönüştürüyor; Baran Kurtoğlu ise izleyiciyi zihinsel bir oyuna davet ediyor.

Modern Sanata Arka Pencereden Bakmak
Burhan Kum modernizmin başyapıtlarını sorguladığı Misilleme adlı yerleştirmesinde Edvard Munch’un “Çığlık”ı, Pablo Picasso’nun “Horoz”u ve Francis Bacon’un “Kafa”sını kurşun izleri ve cam kırıklarıyla yeniden kurgulayarak bu eserlerin ardındaki tarihsel ikiyüzlülüğü görünür kılıyor.
Burhan Kum, modern sanatın ve Batı merkezli estetik anlayışın, sanıldığı gibi evrensel değerlerle değil, sömürgeci işgallerle mümkün olduğuna dikkat çekiyor. Sanatçının işine eşlik eden düşünsel arka plan, endüstri devrimi ve modernizmin arkasında yatan sömürgeci şiddeti görünür kılmayı amaçlıyor. 1884 Berlin Konferansı’yla Afrika’nın masa başında paylaşıldığı bir dönemde, dünya topraklarının yüzde 80’inin Batılı emperyalistlerin denetimine geçtiğini hatırlatan Kum, bu sürecin yalnızca toprakların değil, kültürlerin, sanatların ve hafızaların da gasp edilerek işlediğini belirtiyor.
Kenyalı hukukçu P. L. Lumumba’nın sözlerini referans alan sanatçı, sömürgecilerin halklara boyun eğdirmek için önce kültürel yapıları hedef aldığını; ritüelleri hurafe, sanatları ise “ilkel zanaat” ilan ederek bastırdıklarını vurguluyor. Bu dönemde Batı, yerli halkların sanatını müzelere kapatırken, bu eserlerden etkilenen kendi sanatçılarını “yüksek modern sanat”ın temsilcisi olarak yücelttiklerini anlatıyor.

Yüksek Sanat Saldırıya Uğrarsa
Burhan Kum’a göre bu kültürel hiyerarşi, sömürgeci vahşeti aklamak için en etkili araçlardan biriydi. Yerli halklara uygarlık götürme söylemi altında aslında üretim kapasiteleri ve toplumsal yapılar yok edildi; milyarlarca dolarlık servet, kaynak ülkelerden Avrupa metropollerine aktarıldı. On milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği bu süreçte, Batı’nın sanat tarihine bıraktığı başyapıtlar, sömürgeleştirilmiş halkların kayıpları üzerine yükseldi. Kum, tüm bu geçmişin izlerinin bugünün sanat sisteminde hâlâ silinmediğini hatırlatıyor ve yerleştirmesini şu cümlelerle anlatıyor:
“Yerleştirmede yer alan üç “çığlık” da Batılı sanat tarihçilerin gözünde modern insanlığın haykırışını temsil ettiği (varsayıldığı) için modernizmin başyapıtlarıdır. Oysa üçü de aslında zalim olan ya da zalimin sofrasında doyan modern bireyin sahte “mağduriyet” imgelerinden başka bir şey değildir. Mağduriyet, zulüm için her zaman kullanışlı bir bahane olsa da ikinci dünya savaşından sonra kovuldukları topraklara “yatırımcı” olarak geri dönen yeni sömürgeciler günümüzde amaçlarını gizlemek için artık inandırıcı bir bahaneye de gerek duymuyorlar. Irak, Libya, Ukrayna, Suriye, Gazze ve daha onlarca “alt kültür” ülkesi açıkça saldırıya uğruyor ve işgal ediliyor. Ya kutsal saydıkları, kendi sanat tarihlerinin baş köşesine yerleştirdikleri ‘yüksek sanat’ kendi mekânında saldırıya uğrarsa, buna ne diyecekler?”
“Öyleyse… Böyle”
Sanatın bugün nasıl bir meşrulaştırma aracına dönüştüğünü açık sözlülükle dile getiren sanatçı “Tabi, günümüzde sanat, seni hayırsever bir insan gibi göstererek bütün yaptığın pislikleri aklamana yetiyor,” diyor ve ekliyor:
“Sesini yükselttiğinde ise seni susturuyorlar, görmezden geliyorlar. Yapacak bir şey kalmıyor. Bu yüzden bu yerleştirmenin adı: Misilleme.
“Misilleme nedir? Yapılan bir saldırıya eşit değerde cevap vermektir.
“Öyleyse… böyle.”

Hamle Sırası Kimde?
Yapının ikinci katında yer alan Baran Kurtoğlu’nun Hamle Sırası adlı işi, bireyin özgür iradesini sınırlandıran yapısal güçleri sorguluyor. Satranç tahtası, Foucault’nun disipliner iktidar kavramıyla birlikte mikro-iktidar ilişkilerini temsil ederken; bireyin kendi kararlarını verdiği yanılsamasını eleştiriyor. Kurtoğlu, Gramsci’nin hegemonya anlayışıyla da bağlantı kurarak, öznenin görünürde özgür ama aslında ideolojik çerçevelerle kuşatılmış olduğunu görselleştiriyor. Resim, bireyin politik düzende ne kadar özerk olduğunu sorgulayan güçlü bir metafora dönüşüyor.