Bağımsız Sanatçı Olmak: Yoksunluk mu Özgürlük mü? - Handan Börüteçene - ArtDog Istanbul
Fotoğraf: Ozan Güzelce

Bağımsız Sanatçı Olmak: Yoksunluk mu Özgürlük mü? – Handan Börüteçene

“Bağımsız Sanatçılar” söyleşi dizimizin bu haftaki konuğu Handan Börüteçene. Sanatçıyla 1980’lerden bu yana İstanbul ve Paris sanat ortamından, bağımsız sanatçı olmanın katmanlarından ve sanatta kadın olmaktan söz ettik.

//

Bugüne dek yaptığımız söyleşilerde bağımsız sanatçılık kavramı karşımıza ya bilinçli bir tercih ya da öteki seçeneklerin verimsizliğinden kaynaklanan zorunlu bir tercih olarak çıktı. Sizin için nasıl gelişti bağımsızlık süreci?

İşlerimi sergilemeye 1980’lerde başladım. O dönemin politik ve sosyolojik yapısı herkesin malumu, o nedenle ben sadece çağdaş sanata dair ortamı anlamak için çok kısa bir özet yapmalıyım ki bu günlerle arasında nasıl bir fark olduğunu hatırlayalım.

İstanbul’da 80’li yılların sonlarına kadar çağdaş sanat yapıtlarının sergilendiği bir galeri ya da bir mekân yoktu. Galeri olarak ancak 80’lerin sonlarında Beral Madra’nın BM’si ve yönünü açıldıktan yıllar sonra çağdaş sanata çevirmiş olan Maçka Sanat vardı. Ama 1970’lerin sonları itibariyle DGSA’nın düzenlediği Yeni Eğilimler sergileri ki hepimizin işlerini sergileyebileceği yegâne alan olarak varlığını sürdürüyordu. Mesela Yeni Eğilimler sergileri olmasaydı ben Kır/Gör’ü ve Kırma/Gör’ü nerede sergileyecektim. Tabii ki RHMD’nin düzenlediği Günümüz Sanatçıları sergileri. Şüphesiz çok nadir de olsa sanatçıların düzenlediği sergiler… (bu anlamda üretim yapan sanatçılar olarak sayıca çok azdık). İKSV’nin 1987’de düzenlediği, benim de Kitle İletişimsizlik Araçları vs vs zzzz….bızzzz’ı sergileyerek katıldığım 1. İstanbul Bienali bizleri bugünkü ortama taşıyan hareketin başlangıcı oldu (resmî adıyla 1. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri)

“Çok Küçük Yaşlarımdan Beri Aya İrini İle Yakın Bir Arkadaşlık Sürdürüyordum.”

Böylesi bir ortamda ben ilk ve son galeri deneyimimi 1987’de Urart Sanat Galerisi’yle yaşadım. Her şeyden önce mekân olarak “galeri”nin beni hiç cezbetmediğini fark ettim. Ben içimde hikâyesini oluşturduğum mekânlarda, o mekânla birlikte işimi oluşturmak ve sergilemek istiyordum. Çok küçük yaşlarımdan beri Aya İrini ile yakın bir arkadaşlık sürdürüyordum, O İstanbul’un ilk müzesi olmuştu, Müze-i Hümayun adıyla. Sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi oluşacak eserler oraya gidecek Aya İrini bomboş ve kapısı kapalı kalacaktı, ta ki İKSV’nin İstanbul Festivali çerçevesinde yaptığı konserlere kadar. Müze statüsünde olmasına rağmen kapısı hep kapalıydı, gezemezdik, göremezdik! Gerekçesi Bakanlığın yeterli personelinin olmamasıydı. 1984 ’te Anadolu Medeniyetleri adıyla olağanüstü anlamlı ve öncesi olmayan, bu toprakların hiçbir kültür katmanını yok saymayan bir sergi düzenlendi Nurhan Atasoy, Nazan Ölçer, Nuşin Asgari önceliğinde büyük bir ekiple. Darbeci askerlerin yönetimde olduğu dönemde bu içerikte bir sergiyi yapabilme başarılarının sırrını hâlâ anlayabilmiş değilim. Bu serginin mekânlarından biri de Aya İrini’ydi. İçini sadece konserler ve bu serginin sunduğu olanaklar dahilinde içime sindire sindire dokunup gördüğüm Aya İrini ile arkadaşlığımız daha da derinleşmişti. Düşüncelerim, hayallerim ile O’nun kaderi arasında bir bağ kurmuştum.

Beral Madra ve Rabia Çapa galerilerinde sergi yapmamı istediklerinde her ikisine de ayrı ayrı: tabi ki birlikte çalışabiliriz ama galeri mekânınızda değil de işimi Aya İrini’ye koymalıyım çünkü O’nun için ve O’nunla birlikte ürettiğimi söyledim. Böyle bir mekânda bugüne kadar kişisel sergi yapılmadığını, bu nedenle izin almanın nerdeyse mümkün olmadığı gerekçesiyle kabul etmediler. Ben de kendi başıma yoluma devam etmeye karar verdim. İşte yolculuğum böyle başladı.

“Evet Tek Yol Bu Yoldu, Ödenecek Çok Fatura Olabilirdi, Olsundu…”

1991’de Bütün Denizlerin İçinden Geç. Sessizlik ve Sırdır Ötesi adıyla Aya İrini’de kişisel sergimi yaptım. Evet çok uğraştırıcı bir süreçti ama önüme çıkacak her sorunu çözmeye kararlıydım, evet mekân izinlerini almak bile başlı başına bir olaydı. Ne ki bu süreç diğer sergilerimi de yaparken işimin bir parçası oldu. Her zaman, sevdim, öğrendim, beslendim bu süreçten… gerçekleştirmeye karar verdiğim her işimi her manada tastamam istediğim gibi hayata geçirmemin tek yolunun bu olduğunu idrak ettim. Evet tek yol bu yoldu, ödenecek çok fatura olabilirdi, olsundu… Bugün de kendim ve kendim yoluma devam ediyorum, değerli yol arkadaşlarım da oluyor zaman zaman.

Bu süreçleri yaşarken başımdan geçenleri bütün şeffaflığıyla, sansürsüz olarak Münevver Eminoğlu’nun dijital ortamda düzenlediği “Sergin mi Var, Derdin Var!” söyleşi dizisinde anlattım. YouTube ’tan izlemenizi öneririm, tek başınıza yürürken sergi yapacağınız zaman işinize yarayacak epey detaylı yol, yöntem önerileri bulabilirsiniz.

“İlginçtir O Yıllarda İnsanlar da Kurumlar da Olabildiğince Şeffaftı, Ya Şimdi?”

Düşünüyorum da bu iki galeriyle de birlikte çalışmadım ama bu dostluklarımızı zedelemedi, birlikte çok farklı projelerde çalıştık, üretmeye devam ettik. Kurumlarla da öyleydi, her düşündüğümü açıkça söylerdim, yazardım ama aramızda bir sorun oluşmazdı. İlginçtir o yıllarda insanlar da kurumlar da olabildiğince şeffaftı, ya şimdi? Büyük oranda şeffaflıklarını kaybettiler. Bu durum alana zarar veren kocaman bir kayıp, yazık.

“Bana Kendini Getir”, 2009. Palais de la Port Dorée. Cité Nationale de L’histoire de L’immigration, Paris.

Bağımsız sanatçı olmanın elbette sanatın içeriği ve uygulanışı ile ilgili birçok açılımı var. Bunun yanında sanat üretimi gerçekleştikten sonra sergilenme ve koleksiyonerle buluşma sürecinde de sanatçının aldığı kararlar söz konusu. Bütün bu sürece bakacak olursak –ve sanatçının bir insan olduğu vurgusunu da yaparak– sanatçı için bağımsız olmanın ya da bir galeriye bağlı olmanın duygusal açılımları sizce nedir?

Bağımsız sanatçıyı tanımlarken özellikle bir galeriyle çalışmayan ya da temsiliyetini hiçbir kurum ya da kişiye teslim etmemişliği anlıyoruz. Ama bu yeterli mi? Yeterince açıklayabilir mi içeriği? Sanmam.

“Bazen Bazı Sanatçılar Kendi Kendilerine Bağımsızlığını Kaybedebiliyorlar.”

Mesela bazen bazı sanatçılar kendi kendilerine bağımsızlığını kaybedebiliyorlar. Bir işlerine ya da malzemelerine büyük bir tutkuyla bağlanıyorlar, o işin türevlerini üretmeye başlıyorlar. O tutku ayaklara pranga oluveriyor, yaratıcılıklarını uçuracak yepyeni işlere geçemiyorlar. Hoş bazen de Galerici bunu talep ediyor, bir iş çok beğenilip satışlar çok tatmin edici olunca buradan devam etmesini istiyor sanatçının. Her zaman buna hayır demeyen sanatçılar da oluyor. Bütün bunlar olası, her sanatçının kendince seçtiği bir dil, bir yol var en doğalı zaten bu. Herkes kendi tercihi ile yaşasın, üretsin. Yani neymiş BAĞIMSIZLIK? Öyle kolayca ve kısaca değil, dip köşe konuşsak bile bir kalıba kolaylıkla sokamayacağımız çok katmanlı bir kavram. Ben bu söyleşinin sayılı paragraflarına sığdırmayı başaramam ama isterim ki bir keresinde de sırf bunun üzerine fikirlerimizi anlatsak.

“Hemen Her Manada Ben Kendimden de Bağımsızım…”

Ben kendime dair desem ne derim: İşlerimde ortak bir görsel dil ya da bir malzemeye bağlılık dahi yoktur, bir işi başka bir sergide sergilemem bile (sergi içeriğinin gereği olduğu hallerde nadiren davet ederim o işi). Yani hemen her manada ben kendimden de bağımsızım…

“Fast History”, 1990, MD, İstanbul. “Çekmeceler” sergisi kapsamında yer almıştır.

Hem Avrupa hem Türkiye sanat ortamına hâkim bir sanatçısınız. Dar ölçekte Paris, geniş ölçekte Avrupa’da bağımsız sanatçılığın durumuna bakarsak neler söylersiniz? Türkiye ile kavramsal ve pratik farklar mevcut mu?

Söyleşiye İstanbul’un 80’li yıllarını hatırlatmayla başladığımdan aynı şeyi Paris için de yapacağım. Bellek tazelemek her zaman işe yarar. 1981’de gittim Paris’e, Sosyalist Parti yani François Mitterrand seçilmiş, kültür bakanı da Jack Lang olmuştu. Bizlere mucize gibi gelse de Kültür Bakanlığının bütçesi Savunma Bakanlığı da dahil birçok bakanlığın bütçelerinin kat be kat fazlasıydı. Çağdaş sanata yapılan yatırımlar, destekler tavan yapmıştı. Bunlar sadece merkeze yani Paris’e değildi, tam tersi devrimsel bir kararla ülke bütününe FRAC ve DRAC’lar açılarak yayıldı. Bu destekler Mitterrand’ın 1995’te seçimi kaybetmesi, yerine merkez sağın lideri Jacques Chirac’ın gelmesiyle önce azaldı, sonra daha da azaldı, öylece devam edip gitmekte. Lang’ın bakanlığı sürecinde muhalif işler yapıyor olsam da birçok platformlarla, kurumlarla sergilere katıldım. Ama ille de galeriler! Tek bir galerinin kapısını çalmak bile içimden gelmedi…

“Batının Sanat Tarihi Dökümünde Kaç Kadın Sanatçıya Yer Verilmiş? Neredeyse Hiç!”

Burada konuyu bilmeyenlerin şaşıracakları bir bilgiyi paylaşmak isterim. Fransa’da ve genelde bütün Avrupa ülkelerinde sanatçı kadınsa sergi yapması çok zordu. Batının sanat tarihi dökümünde kaç kadın sanatçıya yer verilmiş? Neredeyse Hiç! Böylesi bir geleneğinin kırılması uzun zamanlar aldı. Mesela Centre Pompidou -Beaubourg 1977’de açılmıştı, yine de burada kadın sanatçıların yer alması çok enderdi. Öyle ki 5.kattaki büyük kişisel sergilerin yapıldığı salonda ilk defa 2005’te Sophie Calle’in kişisel sergisi yapılmıştı. Beaubourg’un açılışından tam 28 yıl sonra! İstanbul ile Paris’i sanat ve kültür ortamları hatta çağdaş sanat alanını karşılaştırmak olası değil. Ne ki sanatçı kadınların konumları açısında tam tersi bir durum yaşıyorduk. İstanbul’da sanatçı kadınların cinsiyetlerine dair galerilerde böyle bir meselesi yoktu. Bu sorun sanat eğitimi veren kurumlarda vardı, Akademi çok maço bir okuldu, oradaki okulumda ise maçoluktan eser yoktu. (Bu söyleşi dizisinde Raziye Kubat da bu konuya değinmeden edememiş haklı olarak.) Batı ülkelerindeki bu hâl, cinsiyet ayrımı zorbalığıyla baş etmeye uğraşan sanatçı kadınları “kadın sanatçılar” sergileri düzenlemeye yönlendiriyordu. Şüphesiz 2000’li yıllarla bu durum değişti. Louise Bourgeois’yı anmadan edemem, hem işlerini hem de yazdıklarını ve anlattıklarını okumak lazım.

“Sanatta Cinsiyetin Altını Böyle Çizmek Kendimize Haksızlık Olmuyor mu?”

Benim kavrayamadım, durum böyleyken bizde neden “kadın sanatçılar” sergileri yapılıyor. Mesela hiç “erkek sanatçılar” sergisi görmedik. Sanatta cinsiyetin altını böyle çizmek kendimize haksızlık olmuyor mu? Kadınların sanatçı olanları bir araya gelip sergi yaparlar, şüphesiz bu çok normaldir, anlaşılır. Ama buna “kadın sanatçılar “sergisi diyerek cinsiyete dair tanım koymayı anlamlı bulmuyorum. Burası ile batı ülkeleri arasında cinsiyet üzerinden sergi istatistiklerine baktığınızda dediğimi daha iyi göreceksiniz. Mesela Venedik Bienali’ne Türkiye sergilerine cinsiyetler üzerinden baksak eşitliği göreceksiniz. Merak ederseniz diğer ülkelerle karşılaştırın. İyi olduğumuz hallerimizi fark etmemizde fayda var. Ki böyle iyi olduğumuz alanlar öyle az ki maalesef.

“Morla Döndüm Gömülü Gecemden Sabaha”, 1998-2023. “Üç İç Denizin Ülkesi” sergisinden, Salt Beyoğlu. İstanbul.

“Burası Ve Avrupa Arasında Belirgin Olan Fark Non-profit Galerinin Bizde Olmaması Derim.”

Şimdilerde burası ve Avrupa arasında belirgin olan fark non-profil galerinin bizde olmaması derim. 2000’li yıllarda çok şey değişti, nerdeyse her şey değişti, sadece sanat ortamında değil Dünya siyaseti de şeffaflığını kaybetti. Yeni kapitalizm ortalığı kavuruyor. Yaşamlarımızın hemen her alanında yaratılan belirsizliğin kaygısı ve dayatılan hız Dünya insanlarının aklını, ruhunu vortex’in içine atıyor.

İstanbul ile Paris karşılaştırması yapan bir iş üretmiştim. 1990’da Metin Deniz’in hiç çağdaş sanat ya da modern sanat müzesi olmayan İstanbul için her sanatçıya verdiği çekmecelerin içine işler yapmamızı istenmişti. Bu çekmeceleri sanki bir müzenin bizlere ayrılmış alanları gibi düşünün. Bütün çekmeceler büyükçe bir dolap oluşturuyordu. Bir tür sembolik müze. Müzesizliğimizi eleştiren ya da dikkat çekmeye çalışan bir iş. Kendi çekmecemin içinde aynı ölçekte iki şehrin haritalarını koydum, üzerinde raptiyeler ile müzeleri, sergi mekânlarını (galeriler hariç) işaretledim. Tabii ki Paris ciddi fark atıyordu. Şimdi 2025’te yine koysam o raptiyeleri, mekân sayılarımız artmış olsa da yine o farka yetişemiyoruz. Oturtamadığım bir denklem var burada. İstanbul kültür katmanlarının zenginliği ve yerleşim tarihi açısından Paris’ten çok daha eski. O nedenle size çekmecemin içine yaptığım işimin fotoğrafını verdim.

Yeni kurulan mekânlarımızdan bahsedince Sakıp Sabancı’yla bir anım aklıma geldi. Kendisi yurt dışına büyük şirketlerle iş görüşmesine gittiğinde onların kendisini sanat koleksiyonlarının olduğu malikanelerinde ağırlayıp bundan, “büyük bir onur duyduklarını gördüm ama sonradan fark ettim ki o çok övündüğüm ne paramın ne lengolarımın bu noktada itibar olarak karşılığı yoktu. Düşündüm ve ben de koleksiyon yapmaya karar verdim,” dedi. “Danışmanlarımla konuşup hat koleksiyonu yapmaya başladım. Ondan sonra ben de duvarları hat koleksiyonumun asılı olduğu Atlı Köşk’te misafirlerimi ağırlamaya başladım. İşte o ince itibar böyle oluştu.”

“Bu İtibarın Karşısında Sanki Bir Tür Biat mı Beklenmektedir, Bilemedim Sanki…”

Evet, doğrudur sanat itibar getirir. Bakıyoruz ki burada sadece özel sektörün bu itibara talebi oldu. Böylelikle eskiye oranla çok sayıda sergi mekânımız oldu. Hem sadece İstanbul’da değil başka şehirlerimizde de müzeler, sergi mekânları açıldı. İyi oldu. Ne ki ortam maalesef 80’lerdeki kadar şeffaf değil artık. Bu itibarın karşısında sanki bir tür biat mı beklenmektedir, bilemedim sanki… Özel sektörün yaptığı bu değerli girişimlerle gelen itibarlarının yanında, devletin bu alana yatırım yapmaması itibar alanlarının farklı olmasıdır ki bu normaldir.

Handan Börüteçene

1957’de İstanbul’da doğdu. İstanbul’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden ve Paris’te Ecole Nationale Superieure Des Beaux-Arts’dan mezun oldu. Handan Börüteçene, Türkiye’nin önde gelen çağdaş sanatçılarından biri olarak heykel ve enstalasyon alanında önemli eserler vermiştir. Sanat pratiğinde tarih, mitoloji, mekân ve hafıza temalarını derinlemesine işleyen Börüteçene, özellikle yerleştirmelerinde mekânın fiziksel ve kavramsal olanaklarını özgün bir biçimde kullanmaktadır. Kültürel ve tarihsel mirası günümüzün gerçekliği ile buluşturan sanatçı; doğa, zaman ve insanlık deneyimi üzerine evrensel sorular sorarak bu kavramları sanatın diliyle yeniden yorumlar. Ulusal ve uluslararası müzeler, bienaller, non-profit galeriler, vakıflar, STK’larla birçok kişisel ve büyük sergiye katıldı. En son 2024’te Salt Beyoğlu’nda 40 yıllık üretimini kapsayan kişisel sergisini açtı.

Previous Story

Panoptikon Hapishaneleri Sanatın Odağı Oluyor

0 0,00