Kentteki Modern İnsanın Sıkışmışlığı - ArtDog Istanbul
8x8, Kıvanç Sezer, 2024

Kentteki Modern İnsanın Sıkışmışlığı

İlk filmi Babamın Kanatları’yla (2016) dikkatleri çeken ve dramedi türündeki ikinci filmi Küçük Şeyler’le (2019) heyecan yaratan senarist-yönetmen Kıvanç Sezer’in yeni filmi 8x8 (2024), beraber vakit geçirmek için şehir dışında bir ev kiralayan Sarp ve Eda çiftinin gerilimli ayrılık hikâyesini anlatıyor. Alican Yücesoy, Halil Babür ve Ece Yüksel’in başrollerini paylaştığı film, 6 Eylül’de Başka Sinema’da vizyona girdi. Kıvanç Sezer’de 8x8 filmi üzerine konuştuk.

//

Babamın Kanatları’yla başlayan filmografinizde Küçük Şeyler ve yeni filminiz 8×8’le birlikte daha bireysel ve ikili ilişkilere odaklanmaya başladığınızı söyleyebilir miyiz? Bu yaklaşımın giderek bireyselleşen modern insan profiliyle kurduğu bağı nasıl açıklarsınız? 

Aslında benim zihnimi meşgul eden birtakım temalar var. Mesela yalnızlık ve aile bunların arasında öne çıkıyor. Üç filmimde de farklı biçimlerde bu temalara ve hayata dair gözlemlerim, birikimlerim, düşüncelerim ve okuduklarım üzerinden bir anlatı kurmaya ve mümkün mertebe o hikâyeye özgü bir dille anlatmaya çalışıyorum. Örneğin Babamın Kanatları’nda toplumsal bir dram vardı. Küçük Şeyler’de ise bir dramediye evrildi. Tabii ki bunlar planlayarak ortaya çıkan şeyler değil; yazdıkça kendini bir şekilde çağırıyor; fakat her şekilde gözlemlediğim şey: Kent. Kentteki modern insanın bu ülkedeki çıkışsızlığı, sıkışmışlığı ve ilişkilerindeki çıkmazlar asıl odaklanmak istediğim noktalar.

8×8, Kıvanç Sezer, 2024

Bir filmi ve filmin hikâyesini değerlendirirken içine doğduğu toplumu ve dönemi göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla, yurt dışına gitmek isteyen veya gidemeyen bireylerin çatışmasını anlatan 8×8’i, günümz toplumunun neresinde görüyorsunuz?

8×8, aslında bir ayrılık filmi olmasına rağmen gitmek ve gidememek arasında kalmış, bu ülkeye dair birçok anlamda ümidini kesmiş ve tek umudunu karşısındaki kişiye bağlamış bir jenerasyonun hikâyesini anlatıyor. Aynı zamanda, bazen bir terapist bazen de bir tehdit gibi şekil değiştirerek bu ilişkinin çevresinde gezinen üçüncü bir kişi de var. Tabii burada birtakım temsiller de ortaya çıkıyor ve bu temsiller bu kuşağı, hatta benim jenerasyonumu da kapsıyor. Benim de çok arkadaşım gitti bu ülkeden ve giden kimseyi suçlayamıyorum. Filmde Eda, biraz da bu durumdan bahsediyor ve buradan kaçıp gitmek istiyor. Kaçınca mutluluğu yakalayacak mı bilmiyoruz ama kaçınca mutluluğu yakalama ihtimalinin Eda’ya bir umut verdiğini biliyoruz.

Filmi izlerken en çok dikkatimi çeken noktalardan birisi, seyirciyi hangi karakterin yanında duracağı konusunda kararsız bırakmasıydı. Filmin iki karaktere de alan açan yapısını, özellikle kurgu aşamasında, nasıl başardınız?

Senarist & Yönetmen Kıvanç Sezer

Eğer bu başarabildiysek kurgu sanatçımız Selda Taşkın’la birlikte başardık; fakat bu benim hep üzerine düşündüğüm bir şeydi. Mesela Babamın Kanatları’nda net bir ana karakter yoktu. Küçük Şeyler’de Alican Yücesoy’un oynadığı Onur karakterine daha yakın duruyorduk. 8×8’de ise üç karakter arasında gidip gelen ve seyircinin tam olarak biriyle özdeşleşip sonuna kadar yanında duramadığı bir yapı var. Bu yapı, belki de seyirci açısından bazı handikaplar içerebilir; fakat bunu göze alarak bu anlatıyı kurduk ve kurguyu da bu anlatıya göre tasarladık. Yani film Can karakteriyle açılıyor ve daha sonra Sarp ve Eda gelip onu buluyor. Sonrasında ise bir yandan kendi sorunlarıyla bir yandan da bu adamın tuhaflığıyla baş etmeye çalışıyorlar ve burada da birtakım temsiller devreye giriyor.

Güçlü bir sinematik deneyim sunmasının yanı sıra filmin neredeyse tek mekânda geçmesi ve hikâyeyi sadece üç karakterle sınırlandırması, filme teatral bir hava da katıyor. Bu noktada, tiyatro ve sinema arasındaki çizginin giderek muğlaklaşması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu muğlaklıktan çok güzel üretimler çıktığını biliyorum. Mesela, Anthony Hopkins’in Alzheimer’lı yaşlı bir adamı oynadığı The Father (2020) filmi, sinemada teatralliğin ne kadar güzel kullanılabileceğine dair harika bir örnek. Dogville (2003) ve Carnage (2011) filmleri de bu listeye eklenebilir. Bu teatrallik sinema için bazen olumsuz ve geriye götüren bir unsur olabiliyor; bazen de olumlu ve filmi ileriye taşıyan bir nokta olarak öne çıkabiliyor. 8×8’de de belli bir düzeyde teatrallik olduğunu kabul ediyorum; fakat bunu oyuncu üsluplarıyla değil de diyalog temelli oluşuyla ve lineer zamansal yapısıyla çağrıştırdığını düşünüyorum. Aslında filmin ortaya çıkış noktasında böyle bir motivasyon yoktu; fakat tek mekân ve üç kişi üzerinden bir gecede geçen bir hikâyeyi yazdıkça bu teatrallik ister istemez kendiliğinden ortaya çıktı. 

İlginizi çekebilir:  Koku Vizyonda

8×8, her ne kadar romantik bir ilişkiyi irdelese de filmin gerilim türü konvansiyonlarını kullandığı belli anlar da dikkat çekiyor. Bu noktada filmi türlerarası olarak yorumlayabilir miyiz? Farklı türleri harmanlama noktasında bir yönetmen olarak düşünceleriniz nelerdir?

Bu hikâyede bir gerilim unsuru olması gerektiğini düşündüm ve gerilim sinemasını çok seviyorum. Örneğin, sinema tarihinde Hitchcock sineması birçok filme ilham olmuş önemli bir külliyattır. 1950’liler kara film örneklerinde de gerilimin çok güzel yansıtıldığı işler var. Kısacası, gerilmeyi de germeyi de seviyorum. Bu filmde de bir tür antreman gibi bunu biraz denediğimi söyleyebilirim. Aynı şekilde diğer filmlerimde de farklı farklı türlerin izleri var ve bundan sonraki filmlerimde de farklı türler deneyebilirim. Mesela ben Ömer Lütfi Akad ve Atıf Yılmaz sinemalarını çok severim; çünkü farklı türlerle oynayan yönetmenler beni çok heyecanlandırıyor. Bu bir tercihtir tabii ki; bazı yönetmenler benzer bir üslupla farklı hikâyeler anlatmayı tercih ederken benim de benzer hikâyeleri farklı üsluplarla anlatma gibi bir niyetim var.

ArtDog Istanbul 24. Sayı200,00Eylül – Ekim 2024

“ALGININ SINIRLARI” Sayısı

ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.

Kapak Fotoğrafı: Doug Aitken, 3 Modern, Figures (dont forget to breath), 2018, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.

 

Başarılı

Kısa Kısa Sinema / TV Haberleri

Almodóvar’ın Yeni Filmi Venedik’te Görücüye Çıktı

Usta yönetmen Almodóvar’ın İngilizce dilinde çektiği ilk filmi The Room Next Door (2024), prömiyerini 81. Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirdi. Oscarlı oyuncular Tilda Swinton ve Julianne Moore’un başrollerini paylaştığı ve Sigrid Nunez’in What Are You Going Through (2020) kitabından uyarlanan film, popüler roman yazarı Ingrid’in savaş gazetecisi Martha’yla yıllar sonra yeniden görüşmeye başlama hikâyesini anlatıyor. Venedik’teki gösterimi sonrası seyirciler tarafından ayakta alkışlanan ve eleştirmenlerden olumlu yorumlar alan film, Toronto ve New York’taki film festivallerinin ardından ülkemizde de 1 Kasım’da vizyona giriyor. 

Merakla Beklenen Speak No Evil (2024) Vizyona Giriyor

Christian Tafdrup’ın 2022 tarihli filminin eleştirel başarısı sonrası Hollywood tarafından yine aynı isimle yeniden çekilen Speak No Evil (2024), 13 Eylül’de ABD’de ve ülkemizde vizyona giriyor. Yeniden yapımlara karşı güdülen ön yargılara rağmen özellikle James McAvoy’un merak uyandıran performansıyla pazarlanan film, tatilde tanıştıkları eğlenceli fakat gizemli bir ailenin evine ziyarete giden Louise ve Ben çiftinin yaşadığı psikolojik gerilimi ele alıyor. Filmin yönetmen koltuğunda ise Eden Lake (2008) ve The Woman in Black (2012) gibi yapımlardan tanıdığımız James Watkins oturuyor.

SPEAK NO EVIL, James McAvoy, 2024. ph: Jay Maidment / © Universal Pictures / Courtesy Everett Collection

Filmekimi Başlıyor!

Her sene festival sezonunun açılışını ve bir nevi ödül sezonunun da ayak seslerini müjdeleyen Filmekimi, bu sene de Ankara, Diyarbakır, İstanbul ve İzmir’de sinemaseverleri bol ödüllü filmlerle buluşturuyor. Programın seçkisinde yer alan ve Cannes Film Festivali’nden ödüllerle dönen filmlerden bazıları ise şöyle; “Jüri Büyük Ödülü”nün sahibi All We Imagine as Light (2024), “En İyi Yönetmen” ödülüne layık görülen Miguel Gomes imzalı Grand Tour (2024), “En İyi Senaryo” ödülünün sahibi The Substance (2024) ve “Palm Dog” ödülünün takdim edildiği Dog on Trial (2024). Bunların yanı sıra The Worst Person in the World (2021) filminden tanıdığımız Renate Reinsve’nin başrolü üstlendiği Armand (2024) da dikkat çeken filmler arasında.

 

Previous Story

“Yerinden Edilmiş Hatıralar”

Next Story

14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.