1997 doğumlusunuz. CV’nizde New Haven’de Yale Üniversitesinde lisans- BA derecesi aldığınız yazıyor. Mezun olduğunuz fakülteyi, dal ve dallarınızı, Üniversiteye başlamadan önceki karar ve yönelim sürecinizi anlatır mısınız? Aldığınız bu eğitim sizi nasıl şekillendirdi?
Yale Üniversitesi sanat bölümü, resim ve serigrafi mezunuyum. Sanat teorisine lisedeyken merak sardım. John Berger’ın Görme Biçimleri adlı kitabını ilk okuduğum zamanı ve yeri hala hatırlıyorum. Bu dönemlerde teoriye ve eleşiriye olan ilgime rağmen, sanatın iş olarak icra edilmesini yeterince entelektüel bir aktivite olarak görmüyordum. Bu önyargılarımın çıkış noktası sanatın popüler kültürde genel olarak apolitik ve dünyadan izole bir işmişçesine temsil edilmesine dayanıyordu. Bu yüzden üniversiteye başlarken ilgilerim daha çok felsefe ve edebiyat odaklıydı. Sanat hakkındaki bu asılsız düşüncelerim, Profesör Molly Zuckerman-Hartung’un dersine adımımı atmamla beraber yıkıldı. Edebiyat derslerim için Virginia Wolf okurken, Molly’nin dersinde Derrida ve Barthes gibi fransız filozofları tartışıyorduk. Molly’den öğrendiklerimle sanat, gözümde kişinin bireysel yaratıcılığının dışavurumu olmaktan çıkıp dünya tarihi ve eleştirel teori bağlamlarına oturmaya başladı. Soyut sanatın sanat tarihindeki yerini ve modernizmin önemini anlamak için uzun süre çaba sarf ettim. Hala da sanatta yenilikçi süreçler geliştirebilmek için sanatçının geçmişe bakması gerektiğini, sanatın nereden geldiğini iyice kavramasının önemli olduğunu düşünüyorum. Sanat, sanatçıya ne kadar kişisel gelirse gelsin, zamanının estetik algılarından, sanatçının içine doğduğu ideolojilerden kopuk olamayacağı için, her zaman politik ve toplumsal olacağı unutulmamalı diye düşünüyorum.
Sanatsal açıdan oldukça erken sayılacak bir evredesiniz. Siz mevcut durumunuzu, güncel evriminizi ve en önemlisi şu an sanatla olan esas meselenizi nasıl tanımlarsınız?
10__12’de ilk kişisel sergim olan Saklambaç’ı yaptığımdan beri, kafamı kurcalayan konular aynı aslında. Saklambaç’ta fransız psikanalist Lacan’ın dilin yapısıyla ilgili ortaya attığı iddialardan yola çıkarak, dilin dışının dilin içine olan etkisini göstermeye, bunu da soyut sanattaki negatif ve pozitif alan ilişkisine dikkat çekerek yapmaya çalıştım. İkinci kişisel sergim Gölgelerin Peşinde’de başlayan ve hala devam eden sürecimde de yine dili ele alıyorum. Fakat bu sefer odak noktam Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında bahsettiği “okyanus hissi” konsepti. Freud’a göre, okyanus gibi doğal oluşumlara baktığımızda hissettiğimiz, dünyayla tamamen bir olma, dünyadan kopamama duygusu spiritüel bir güçten değil, dili kullanmaya başlamadan önceki dünyayı algılama biçimimizden geliyor. Yani daha ilk kelimelerimizi sarf etmemiş küçük bebeklerken biz, dünyayı, annemizi, içimize çektiğimiz havayı ve içtiğimiz sütü kendimizin bir parçası olarak görüyorduk. Çünkü daha en basit karşıtlığı, ben ve sen ayrımını, öğrenmemiştik. Bundan yola çıkarak, yeni resimlerimde anlatı karşıtlıkları olarak adlandırdığım, sabah ve akşam, içerisi ve dışarısı, ışık ve gölge gibi pozisyonları bir araya getirerek, Freud’un bahsettiği bu hissiyatı resime geçirmeye çalışıyorum. Bu anlatı karşıtlıkları tıpkı sen ve ben, varlık ve yokluk gibi dilin temel taşlarını oluşturuyorlar.
Resimlerinizde on yıllık bir döneme yayılan kendi çektiğiniz fotoğrafları kullanıyorsunuz. Bu süreci ve nihai hale gelene kadar fotograflardan nasıl yararlandığınızı anlatır mısınız?
Lise yıllarımda babamdan kalma bir film fotoğraf makinesi elime geçmişti. Her yere onunla gider, bazen sırf fotoğraf çekebilmek için vapurla Anadolu Yakası’na geçip geri gelirdim. Bu makineyi üniversite yıllarımda da bolca kullandım, ta ki resim aklımı çelene kadar… Elimin altında duran bu fotoğraf koleksiyonunu uzun bir süre boyunca kullanmak istedim ama soyut çalışan bir ressam olarak fotoğrafları istediğim gibi işleyebileceğime emin değildim. Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabını okuyunca resimlerime fotoğraflardan yola çıkarak başlama fikri aklıma yatmaya başladı. Fotoğraf bize zaman ve uzay kesişimindeki spesifik bir anı gösterir. Fotoğraflarımı resimler için bir başlama noktası olarak kullanırken, bazı soyutlama tekniklerine başvurarak, gösterdikleri bu spesifik anın ötesine geçmelerine, enstantane özelliklerini kaybetmelerine yol açmaya çalışıyorum.
İşlerininiz isimleri sade ve uzun. Adeta başı ve sonu olmayan cümleleri andıran bu başlıkları işlerinize seçmenizin geri planında yatan nedir?
Saklambaç için ürettiğim işlerde dilin yapısına dikkat çekmeye çalıştığım için resimlerimi adlandırmamıştım. Şimdiki süreçte ise tıpkı resimlerin kendileri gibi isimlerinin de muallakta kalmasına özen gösteriyorum. Resimlerin adları, bu resimleri yaparken kullandığım fotoğraflarım gibi uzun bir süre boyunca yazmış olduğum ve elimin altında bulundurduğum şiirlerden alıntılar. “where the heavens are shallow as the sea is now deep, and you love me” adlı resim ise Elizabeth Bishop’ın Insomnia adlı şiirinden bir kesit.
Çağdaş sanat dünyasına bir farklılık getireceğinize inanıyor musunuz?
Genel olarak kendime hayatımla, başarılarımla veya başaramadıklarımla alakalı hikayaler anlatmamaya çalışıyor, özellikle de kariyerimle ilgili spekülasyonlardan uzak durmaya çaba gösteriyorum. Dile karşı olan genel şüpheci yaklaşımımdan dolayı hiçbir zaman kendimizi, arzularımızı ve inançlarımızı tam olarak anlayamayacağımızı düşünmekle beraber, bu içe dönüklülüğün dünyayla olan ilişkimizi körelteceğine, bizi kendimizden çok daha ilginç olan dış dünyadan kopartacağına inanıyorum. Aynı zamanda önüme böylesine iddialı kariyer hedefleri koymanın bana bir faydası dokunmayacağını, hatta aksine resme olan samimi ilgimi yozlaştıracağını düşünüyorum. Resme verdiğim önem, duyduğum derin merak kendi hayatımın sınırlarının ötesine geçiyor. Her gün çalışmak için uyandığımda aklımda “ben neler başarabileceğim?” sorusu değil de “resim neler olabilir?” sorusu var.
Sapanca’da bir stüdyonuz var. Çalışma ritüelleriniz ve günlük -üretim sürecinizden bahseder misiniz?
Çalışma ritüelim her gün stüdyoya gitmekle başlıyor. Başladığım resmi bitirine kadar ara vermekten hoşlanmıyorum. Ara vermeye çalışsam da aklım resimde kalıyor, gerçek anlamda dinlenemiyorum. Bu yüzden bazen haftalarca hiç ara vermeden bir resmin üzerinde çalıştığım oluyor. Bu disiplini ilk oturtmaya çalıştığımda bazı zorluklar yaşadım. Sürekli bir şeyler üretmeye çaba sarf etmek insanı hem fiziksel hem de mental olarak yorabiliyor. Böyle bitkinlikler yaşamamak için resmi gözümde büyütmemeye, her gün biraz bile olsa yol katetmeye özen gösteriyorum. Bu standart iş disiplini dışında fazladan yaptığım bir şey yok. İşe gider gibi stüdyoma gidip, işten döner gibi evime geliyorum.
Son dönem işlerinizde tül boyama tekniği kullandığınızdan bahsediyorsunuz. Bunu biraz detaylandırır mısınız?
Son resimlerimde ağırlık verdiğim tül boyama tekniğini ilk olarak 2021 yılında keşfettim. O zamanlar yağlı boya çalışıyor, boyayı incelterek resmin üzerinde şeffaf katmanlar yapıyor, bu yaptığım katmanların bir kısmını bezle silerek arka planı öne çıkarıyordum. Resimde cam şeffaflığında katmanlar yapabilmek için yarı-transparan pigmentleri kullanmanız gerekiyor. Opak boyalar inceltilse bile transparan boyalar kadar geçirgen olmuyorlar. Bu problemi çözebilmek için tül kullanma fikri aklıma ilk o zaman gelmişti. Tülün kendi transparanlığını kullanarak opak renkleri de şeffaf bir katman haline getirebilecektim. Sürecim geliştikçe, Fransız empresyonistlerin sıkça kullandığı “optik karıştırma” tekniğiyle benim tül boyama tekniğimin arasında benzerlikler olduğunu keşfettim. Optik karıştırma istenilen rengi elde etmek için iki boyayı fiziksel olarak karıştırmak yerine, boyaları karıştırmadan üst üste gelecek şekilde tuvale koymaya deniyor. Puantilizm bu tekniğin gözün en rahat seçtiği örneği. İki teknik arasındaki benzerlikten yola çıkarak, son resimlerimde modernizmde sıkça karşılaştığımız canlı renklere öncelik vermeye başladım. Resimlerin mor, mavi, kırmızı ağırlıklı olması bu sebepten.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Son dönem projelerinizden bahsedebilir misiniz?
10__12 için yeni bir kişisel sergi hazırlığındayım. Hazal Özkan ile serginin zamanını ve detaylarını belirlemeye çalışıyoruz. Hala geliştirmekte olduğum tül boyama tekniğinin odak olduğu bir sergi olmasını istiyorum ve bu yüzden tülle ilgili yeni deneyler yapmaktayım.
SANATÇI HAKKINDA
Yale University’de eğitim alan Hazal Özgür 10__12 Galeri’de açılan “Saklambaç” ve “Gölgelerin Peşinde” adlı kişisel sergilerinin ardından şimdilerde üçüncü kişisel sergisine hazırlanıyor. Sanatçının çalışmaları Freud’un “okyanus hissi” olarak kategorize ettiği kavramı keşfetmeye odaklanıyor. Sanatsal pratiğine ilk başladığı günden beri “Dil” meselesi üzerine kafa yoran sanatçı işlerinde çektiği fotoğraflardan da yararlanıyor. Soyut ve figüratif bir görsel anlatımla hayalvari bir alemin kapılarını aralıyor. Son dönemlerde elde boyadığı tül kumaşları resimlerinin üzerine geren sanatçı son sergisinde tül boyama tekniğini ön plana çıkarmayı hedefliyor.