Dün gibi hatırlarım; Roscoe Mitchell, bir konser öncesinde, sahne arkasında bir arkadaşımızın kendisine hediye etmek istediği sesli bir oyuncağı etraflıca inceledikten sonra “sesini tamamen kontrol altına alamadığım hiçbir alete dokunamam sahnede” diye zarifçe anlatmaya çalışmıştı sahnedeki olayın ve sesin kendisi için ne anlama geldiğini. Arkadaşımız da biz de afallamıştık. Ben de uzun uzun düşünmüştüm, neden bu kadar önemli sesi böylesine hastalıklı bir şekilde kontrol edebilmeyi arzulamak diye.
Uyumsuz sesler. Uyumsuz seslerin de önemli olduğunu düşünmüşsünüzdür siz de herhalde; sonra notalar; çalınanlar kadar, çalınmayanlar. Bir nevi ölü doğan notalar. İşimiz ölüm. Ses kadar sessizlik. Belki sesten daha çok sessizlik. Sesi çevreleyen sessizlik. Gereksiz kalabalığın, fazlalığın yeri yok. Bu olay benim için doğru olan müziği tanımlamama çok yardımcı olmuştu; “gerektiği kadar ses.” Sonradan Mitchell’ın söyledikleri de dank etti bir şekilde. Aletinden tam istediğin gibi bir ses çıkarıyorsun; o sesi koyduğun yer de anlatmaya çalıştığın kaosun, tansiyonun, karmaşanın tam göbeği. Hayat gibi. Ölüm gibi. Çıkardığın sesin mükemmel olmasını istiyorsun. Ya da tam senin istediğin gibi olmasını. İşini şansa bırakmıyorsun. Alıcısıysan bu işin eğer, ya da bu düşüncenin, uğraşın, seni elinden tutup dolaştırmaları gerek; rehbersiz gezinemezsin pek. Zor iş. Çok tekin değil. Direnmek yerine teslim olursan işin kolaylaşıyor. Neden? Çünkü işimiz ölüm. Ciddi iş. Yaşamak kadar ciddi. Yaşamayı bilmediğimiz için, doğru dürüst ölmeyi de bilmiyoruz. Müzik, iyi müzik, biraz bunu öğretiyor biz fanilere. Şamanların rehberliğinde. Yaşamayı ve de ölmeyi.
Piyanonun vurmalı bir enstrüman olduğunu da ilk olarak Cecil Taylor’dan duymuştum. Şaka gibi. Ben gülümseyince, Taylor kafasını hafif arkaya yatırıp, gözlüğünün üzerinden tek kaşını kaldırıp, “şaka yapmıyorum” demişti ciddiyetle. Taylor klasik, prestijli bir eğitimden geçip, geldiği yeri devamlı sorgulayıp, konserlerinde piyanoyu bir vurmalı enstrüman gibi kullandı hayatı boyunca. Bir müzisyenden çok bir performans sanatçısı gibiydi hep. Yüzündeki boyalar, ayak bileklerinde çanlar ve ölüme direnen piyano bu ritüelin parçalarıydı. Taylor piyanoyu iyice evcilleştirirken, piyanonun sahipleri de, bu işe neden kalkıştıklarını dudaklarını ısırarak düşünürlerdi.
Mitchell da, Taylor da ve onları takip edenler de hep şu hissi verdiler izleyenlere ya da dinleyenlere: sadece sizi eğlendirmek için burada değiliz; kısa bir yolculuk bu; hayatı sorgulayın, sesi de; size sunulanları da olduğu gibi kabul etmeyin.
Cazın ya da çağdaş müziğin düşünürleri diyebiliriz Mitchell ve Taylor gibilere. Peki bu sadece duygularını ifade etme, alıcısına bir iş sunma sarmalı ne zaman kırıldı? Onlardan önce bunları düşünen var mıydı? Sanat aleminin soyut dünyasında da bu işler sorgulanıyor muydu?
Bir nevi Romantik Dönemin dayatması olan müzik duyguları ifade etme aracıdır düşüncesi kabul edilebilir bir şey miydi? Okulunu terkedip, Avrupa’ya salınan, çağdaş sanat alemlerinde gezinmeye başlayan John Cage’e soracak olsaydınız, alacağınız cevap belliydi. Cage’e göre müzik sadece duyguları ifade etmek için olmamalıydı; seslerin duygusu yoktu çünkü. Duyguyla alakası da yoktu. Ses sesti işte. Müzik de bir sorgulama, düşündürme zeminiydi. Cage, dünyada ağırlıklı olarak vasat işlerin dinlendiğinin ve bunların hegemonyasında yaşadığımızın farkındaydı. Müzik büyük ruhsuz kapitalist bir makine tarafından üzerimize boca ediliyordu. Vasat egemendi ve vasat yerleşik düzeninin içinde, gerçekten söyleyecek yeni bir şeyi olanlara pek yaşam şansı vermiyordu. Ancak söyleyeceğiniz şey, yaptığınız iş bu düzenle uyumluysa var olabiliyordunuz.
Ahenk, uyum… müziğin de olmazsa olmazları. Oysa durum öyle değil. Ahenksizlik ve uyumsuzluk da bu alemde kendine yer bulabilmeliydi Cage gibilerine göre. Neden olmasındı ki? John Cage’in alameti farikası, denenmemiş ve ehlileştirilmemiş sesleri bulabilmesiydi. Kompozisyonları deneysel ve yanlış anlamalara gebeydi. Şöyle düşündü herhalde; “Sakin sakin işime bakmam lazım.” Bütün bu düzene kuvvetli çarpıcı bir laf edebilmesi için alışıldık yöntemleri bırakması gerekiyordu. Zaten alışıldık yöntemlerle de pek arası yoktu.
Müzikle, hayatla, sanatla bir kafa tutma durumu var ölüme. Ya da bir isyan. İsyan aslında anlamsızlığa ve ölümlülüğe isyan. İçin için ölümden sonra hayat olmadığını biliyoruz. Bence müziği bunun için yapıyoruz.
Derken Woodstock’ta, 1969’da bizim yeri göğü sarsan tarihi olayımızdan tam 17 yıl önce; tam olarak 29 Ağustos, 1952’de piyano virtüözü David Tudor’u hayatının en zorlayıcı işlerinden birine hazırlanırken buluyoruz. Tudor, Woodstock’ta, bir açıkhava mekanında, piyanosunun başına oturdu, önüne boş nota sayfalarını koydu, ardından kronometresini çalıştırdı ve ellerini kucağına koyup beklemeye başladı. Parça üç bölümden oluşuyor ve toplam 4 dakika 33 saniye sürüyordu. Farklı uzunluklarda üç bölüm sessizlik. John Cage’in en bilinen eserinin ilk icrasıydı bu. Çoğu dinleyici bu dört dakika otuz üç saniyelik sessizliğe tahammül edemeyerek alanı terketti. Sessizlik kolay iş değildi. Hele notaya dökülmüşse ya da dökülmemişse. Süresi bir kronometre yardımıyla kesinleşmişse.
Cage’in manifestosu, müziği sanat alemiyle buluşturması açısından bir milattır. Cage için, içinde Marcel Duchamp, Willem de Kooning, Peggy Guggenheim, Robert Rauschenberg olan yolculuk böyle başladı. Artık müzik eskisi gibi olamayacaktı. “Şans müziği” diye bir şey vardı artık. Tıpkı Jackson Pollock’ın boyayla deneylerinde rastladığımız şans gibi.
Müzik üstünde düşünmeye değer bir şey. Sessizlik de öyle. Mutlak sessizlik diye bir şey olmadığını biliyoruz. Ölüm dışında. Ama o zaman da biz yokuz. Ben konu müzik olunca derin sıkıntılar duyan bir adamım. Bu The Abyssinians sahnedeyken de böyle, Little Jimmy Scott taburesinde otururken de. İşimiz ölüm.
New Orleans’da bir cenaze törenine denk geldiğinizde de bu böyle. Müzik, ölüm ve yaşam. İnsan bu dünyadan, yaşamdan böyle gönderilmeli diye iç geçirmeye kadar sürükleyebilir adamı New Orleans’taki cenaze geçitleri. Hep müziğin bir işe yaraması gerektiğini düşünüyoruz. Oysa bir işe yaraması gerekmiyor gerçekten. Zaman zaman, dünyadan doğru dürüst gönderilmeye belki. Gerçi siz öldüğünüz için duymuyorsunuz müziği ama olsun, sizin arkanızdan sizi yad edenler duyuyor. Bu da bir şeydir. Ben de bunu istiyorum diyebilirsiniz elbet.
Neden buradayız gerçekten? Hiç düşündünüz mü? İlle bir nedeni olması gerekmiyor değil mi? Neden buradayız ben size söyleyeyim. Hiçbir nedeni yok. Şans eseri buradayız ve hayatımızın ve aslında hiçbir şeyin bir anlamı da yok. Tıpkı Cage’in “şans müziği”nde olduğu gibi. Ne yapıyoruz? Hayat anlamsız; bunu biliyoruz da bütün bu iş müzik olmadan nasıl olurdu acaba diye de düşünmeden edemiyoruz. Müzik hayata bir anlam verme uğraşıdır gibi büyük ve derin laflar etmeye yeltenmeyeyim durup dururken. Bu anlamlandırmaya çalışma, yeri geldiğinde meydan okuma şövalyelere has bir uğraş sanki. Müzikle, hayatla, sanatla bir kafa tutma durumu var ölüme. Ya da bir isyan. İsyan aslında anlamsızlığa ve ölümlülüğe isyan. İçin için ölümden sonra hayat olmadığını biliyoruz. Bence müziği bunun için yapıyoruz. Eşyanın tabiatı böyle. İnanmaya çalıştığımız ve de inandığımız şeyler genelde oldukça gülünç ama ne yapalım işte; her şey o kadar anlamsız ve karmaşık ki, biraz inanç günü kurtarmaya yetebiliyor bazen. Ama ya sonrası. İşte o karışık biraz. İnançlarımız, doğamız, dünyamız, galaksilerimiz, kara deliklerimiz, evrenimiz; her şeyin bir ömrü var. İnsanlık kültürümüz ki inançlarımız, aşkımız ve müziğimiz de bunun parçası, birkaç milyar yıl sonra da olsa ebediyen yok olacak. Müzik ebediyen susacak bir gün. Mutlak sessizlik hüküm sürmeye başlayacak