Sinema ve kent konusunda çeşitli araştırma ve kitapları bulunan Gül Kaçmaz Erk İzmir, Ankara, İstanbul, Philadelphia, Amsterdam, Dublin ve Belfast gibi birbirinden çok farklı kentlerde yaşamış ve çalışmalar yürütmüş biri. Halen de yürütüyor… İşin içinde kuvvetli bir temsil biçimi olarak sinema da var. Kaçmaz Erk geçtiğimiz ay İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin konuğu olarak, VBenzeri Mekan’da bir konuşma gerçekleştirdi. Bu vesileyle kısa İstanbul seyahatinde kendisiyle mimarlık, sinema, ütopyalar ve distopyalar, duvarlarla bölünmüş kentler, iklim ve göç meselesi gibi konular üzerinden konuştuk. Konuşmamızdan kısa bir süre sonra küresel olarak hepimizi etkisi altına alan virus ve değişen yaşantımız tüm bu konuların önemini dramatik bir şekilde gösterdi…
Üzerinde çalıştığınız pek çok konu arasında şu sıralar en fazla yoğunlaştığınız hangisi?
Sinema ve mimarlık alanında ’94 yılından beri Türkiye’de ve yurtdışında bilinirliği olan çeşitli çalışmalar yürütüyorum. Yakın zamana kadar odaklandığım tek alan bu idi. Şimdiki dönemde, göç üzerine çalışmalar da buna eklendi. Göç ve göçmen konusu benim için yeni olduğundan ve bu konudaki yetkinliğimi artırmak istediğimden, çok fazla okuma yaptım ve bunun üzerine birkaç makale şekillendi.
Tüm bunlarla birlikte, mimarlık ve bellek alanında çalışmalar yürüten Christopher Wilson ile birlikte sinema, mimarlık ve kentsel bellek üzerine bir kitap yazmaya başladık. Kaynaklarımızı bir araya getirerek Berlin üzerine bir makale yazmıştık ve bu konuda bir kitap çalışması da yapabileceğimizi düşünmüştük. Mart ayında Berlin’de bir araya gelip, detaylı araştırmamızı yürüttükten sonra yazmaya devam edeceğiz. Kitabın bir taslağını akademik yılın sonuna kadar çıkarmak istiyoruz.
Kitabın Berlin üzerine olmasının nedeni kentsel hafıza ve sinema alanlarında özgün bir kimliğe sahip olan kentlerin başında gelmesi mi?
Göçle de ilgili çalışmalar yürüten biri olarak ilgilendiğim alanlardan birisi de, duvarla çevrili kentler. Bu anlamda Belfast da dahil olmak üzere birkaç olasılık daha vardı. Her sene Queen’s Üniversitesi’nde kurduğum CACity (Cinema and Architecture in the City / Kentte Sinema ve Mimarlık) araştırma grubumuzla birlikte bu konu kapsamında bir film festivali yapıyorum. İkiye bölünmüş kentler üzerine, mümkünse tarafsız olarak ele alınmış filmleri birlikte izliyoruz, sonrasında iki taraftan da uzmanlar davet edip, izleyiciler ve kentliler ile tartışma yapıyoruz. Amacım bölünmüşlüklerin nasıl bir araya geldiğine bakmak. Göçmen konusunda da buna bakıyorum. Kendim göçmen olduğum için de bu konuyla ilgileniyorum.
Christopher (Wilson) ile bu konuları konuşurken bu kitabın Berlin üzerine olmasına karar verdik. Çünkü Berlin 20. yüzyıl boyunca çok fazla değişime uğramış bir kent. O nedenle de bu konuyu tartışmak için malzeme çok fazla burada. Önce bir imparatorluk, ardından iki dünya savaşı geçiriyor, savaşların arasında çok büyük bir rejim değişikliğinin olduğu bir dönem var, savaş sonrasında, ‘45’te ise çok yıkık bir kent, ardından hızlıca bölünüyor, Soğuk Savaş dönemi başlıyor, duvar yapılıyor ve otuz yıla yakın orada kalıyor. Bir kentin ikiye bölünmesi ve halkları eskiden bir olan iki ayrı ülkeye ait olması çok ilginç bir durum. Sonradan birleşmesi daha da ilginç ki, gerçekten birleşti mi derseniz bence birleşmedi. Bu, kitapta yazacağımız konulardan biri. Mesele bu kadar ilginç olunca ve 1895’te başlayan sinema tarihiyle de örtüşünce bu şekilde karar verdik.
Ayrıca Berlin’de çekilmiş çok fazla film var ve tarihte kaybolmuş pek çok meseleye o zamanda çekilmiş filmler aracılığıyla bakabiliyoruz. Sırf savaş sonrasına bakmak için, “enkaz filmleri” diye bir tür var ve sanırım bu Berlin üzerinden çıkmış.Aslında Belfast’ta da duvarlar var. Ama Berlin’deki eski duvar gibi tek parça ve kapalı değil ama stratejik noktalarda Katolik ve Protestanları ayıran ve güya iki tarafın da güvenliği için olan duvar parçaları bunlar.
Bu duvar kavramı, bölünmüş toplumlar, göç, bir mimar için çok enteresan konular ve sinema tüm bunları tartışmak için heyecan verici bir alan.
Mimari ile sinema arasındaki kesişim noktasında, bizim izleyici olarak deneyimlediğimizin ötesinde nasıl bir ilişki var?
Bir objeye, mekana ya da filme herkes başka türlü bakar ve ondan başka şeyler alır. Bu görüşümüzü derinleştirmenin de farklı yolları vardır. John Berger Görme Biçimleri kitabında –çok basitleştirirsek- sanat eserleri üzerinden bir çalışma ile, farklı görme biçimlerinin dünyaya bakışımızı nasıl zenginleştireceğinden bahseder.
Diğer yandan benim bir mimar olarak sinemaya bakışım çok pragmatik. Film mekanını, mimarlık mekanının bir temsili olarak görüyorum ve ikisini bu temsil ilişkisi üzerinden birbirine bağlıyorum.
Mimarlar çizim, maket yapıyor, tasarımlarının veya olan mekanların perspektiflerini çiziyor, fotoğraf çekiyor ve bunların hepsi birer temsil biçimi.. Film de bir temsil biçimi ve çok özel. Tıpkı çizim gibi iki boyutlu ama bir de zaman boyutu var ki bu da işin içine çok fazla veri katıyor. Öncelikle ses, müzik ve onların verdiği ruh durumu giriyor devreye ve bunlar bir temsil biçimi olarak filmi çok etkiliyor. Dolayısıyla, bir çizim veya fotoğrafa göre filmde çok daha fazla bilgi var. O nedenle de insanların ondan ne aldığına dair çeşitlilik çoğalıyor, görme biçimleri artırıyor. Bu işin hoşuma giden tarafı.
Bir de deneyim konusu var çok önemsediğim. Film insanları mekana sokuyor ve herkes o kameranın dolaşımından kendi adına bir şeyler çıkarabiliyor. Dolayısıyla sinema, deneyim boyutu çok kuvvetli bir temsil biçimi.
Filmlerin kentleri ve yapıları anlamak ve geliştirmek için nasıl yeni bir bakış açısı yaratabileceği üzerine sözleriniz üzerinden düşünürsek, bu anlamda çok çarpıcı olduğunu düşündüğünüz filmler hangileri?
Çok zor bir soru… Aklıma mimarların çok sevdiği Bıçak Sırtı geliyor. Kent, bina ve iç mekan ölçeğinde çok boyutlu bir film. Çok yenilerden Parazit filmini ben bir Yunan tragedyasının Kore versiyonu gibi okudum. Jacques Tati’nin Dayım ve Oyun Vakti filmleri çok mimari. Bunlar her mimarlık öğrencisinin izlemesi gereken filmler. Otomatik Portakal filmi de bu anlamda önemli. Daha yenilerden Matrix serisi daha farklı bir yaklaşım olduğundan bana ilginç gelir. Azınlık Raporu ise tasarım ve mimarlığın bir arada temsil edildiği bir film.
Tüm bunların yanında, George Lucas’ın Star Wars öncesinde, öğrencilik projesi olarak çektiği bilim kurgu türündeki ve distopik filmi THX 1138 de önemli. Etrafta hiçbir şeyin olmadığı, her şeyin beyaz olduğu film sahneleri sonradan çokça yapıldı ama benim bunu ilk gördüğüm film THX idi. Filmdeki hapishane tam olarak böyle bir yer. Duvarı olmayan, hiçbir şeysiz bir mekan.
Daha eski bir film olarak İhtiyar Delikanlı bence mimari açıdan çok iyi bir film. Bir de az bilinen bir film olarak Boş Ev / Bin-Jip filmi var. Farklı sosyal gruplardan insanlar tatile gittiğinde, onların evlerine girip, orada yaşıyormuş, onlardan biriymiş gibi hareket eden bir kişinin hikayesini anlatıyor. Bu filmin mimarların çok ilgisini çekeceğini düşünüyorum.
Dünyayla ilgili olası gelecek senaryolarına -görsel ya da yazılı bir okuma üzerinden- baktığımızda ütopya ve distopya arasında gidip geliyoruz gibi görünüyor? Siz hangi taraftasınız?
Bu benim için çok zor bir soru çünkü çok fazla bilimkurgu çalışması yürüten biriyim ve bilimkurgu, ütopyaları bile sonunda distopyaya bağlayan bir tür.Kişisel olarak oldukça iyimser bir insanım ancak bu sorunun cevabı bağlamında ben distopik taraftayım. Çünkü gidişat onu gösteriyor. 2020 yılındayız ve çevre kriziyle ilgili çok çok yavaş ilerliyoruz. Yapılan şeyler de göstermelik olarak ve pazarlama projeleri kapsamında yer alıyor. Aslında dünyayı cennete veya cehenneme çevirecek güçte olduğumuzu düşünüyorum ve maalesef bence cehennemi seçmiş ve o yönde ilerler durumdayız. Merkeze doğanın alınmadığı yaklaşımların hepsi bizi cehennem yönüne götürüyor.
İklim, doğa felaketleri, artan nüfus, göç, sosyal ve ekonomik eşitsizlik ve salgınlar diye sıraladığımızda, sosyal, ekonomik ve politik anlamda ilişkili çok fazla meselemiz var. Sizce bir şey yapalım dediğimiz noktada nereden başlamalı?
İklim diyebilirim… Evet bir sürü sorunumuz var. Ancak iklim krizini çözemezsek -ki görünüşe göre çözemiyoruz- dünyanın bir geleceği yok. Dünya olmazsa insanlık olmayacak ve her şey bitecek. Ne kadar kabul etmesek de doğanın bir parçasıyız ve oradaki şanslı ya da aslında şanssız olan türlerden biriyiz …
Göç ve göçmen konularında sergilenen küresel yaklaşımı ve olası çözüm veya kilit noktalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu farklı alanlarda pek çok uzmanın üzerine yoğunlaştığı çok kapsamlı bir konu. Ben mimari açıdan konuya yaklaşabilirim. Göçenlerin sayısı gittikçe artıyor. Bunların bir kısmı savaş ve benzeri durumlara bağlı zorunlu göçler. Bir kısmı da iklim göçleri. Ben de her ne kadar gönüllü de olsa bir göçmenim. Dolayısıyla benim ilgilendiğim kısım, entegrasyon ve yerel halkın kabullenmesi konusu. Bunda kentleşmenin, mimarlığın ve tasarımın çok büyük rolü olduğunu düşünüyorum. İnsanların nasıl yerlere yerleştirildiği önemli bir mesele. Göçmenler daha çok büyük kentlere gidiyor, çünkü iş imkanları daha çok orada. Peki bu insanlar kentleri nasıl dönüştürüyor, kentler onları içlerine alabilecek şekilde nasıl dönüşüyor? Bana bu sorular önemli geliyor… Bunu mimar nasıl çözer diye sormuyorum. Asıl enteresan olan soru şu; mimarlık buna nasıl katkıda bulunabilir?
Biraz da iyi şeylerden bahsedersek, son yılların -mesleki anlamda da- en önemli gelişmesi sizce neydi?
Olumlu şeyler aslında hep oluyordu. Biz sürekli olumsuzluklardan şikayet ediyoruz ama bunun gerçek anlamda yorumunu tarihçiler yapabilir. Yüzyıl önce, iki yüzyıl önce nasıldı diye baktığınızda, pek çok konuda yavaş yavaş insanoğlunun iyiye doğru gittiği söylenebilir.
Kendi mesleğimle ilgili olarak ise, kadın mimarların görünür hale gelmesini olumlu bir gelişme olarak sayabilirim. Kadın mimarlar elbette hep vardı ama arkada, sanki işi yapan o değilmiş de, birlikte çalıştığı erkeklerin eserlerini ortaya çıkarıyormuş gibi bir durum söz konusuydu uzun yıllardır. Artık kadın mimarlar kendi yaptıkları işler üzerinden ön plana çıkıyorlar ve çok aktif bir şekilde çalışıyorlar.
Kentler üzerine çok katmanlı araştırmalar yürüten ve farklı kentlerde de yaşamış bir mimar olarak, kent insanlarının yaşam şeklindeki ve kentlerdeki değişimi nasıl okuyorsunuz?
Ekonominin iyi olduğu ve gerekli kanunların işlediği, belirgin medeniyet seviyesine ulaşmış kentlerde tasarım kullanım açısından çok ileri bir noktaya gidebiliyor. Ekonomik olarak geride olan kalabalık kentlerde ise, çok rastlantısal bir gelişim var. Özellikle Amsterdam kentsel anlamda örnek gösterilebilecek bir şehir. Her noktası düşünülmüş, planlanmış ve ona göre tasarlanmış. Burada tasarlanan çözümlerin çok güzel görünmesinden ziyade insan, çocuk ve engelli yanlısı çözümler olmasına önem verilmiş. İstanbul gibi büyük kentlerde bu tip konular rastgele geliştiği için, Amsterdam’daki bu durum başlarda çok hoşuma gitmişti. Ancak orada bir süre yaşadıktan sonra her şeyin bu kadar düşünülmüş ve tasarlanmış olması beni rahatsız etmeye başladı. Bu, orada yaşayanların bir noktada yaratıcılığını köreltiyor aslında.
Genelleme yapmak çok doğru değil tabii ama ne kadar çok tasarlarsanız, o kadar içine yeni şeyleri alması güçleşir diye düşünüyorum. Kent biraz daha rastlantısal olduğunda, ötekini içine alması, ona da bir alan açması daha kolay olabiliyor.
Masanızda sizi heyecanlandıran yeni projeler veya araştırma konuları var mı?
Berlin kitabı beni çok heyecanlandırıyor. Bunun dışında, kitap için Berlin’e gittiğimizde “Center for Art & Urbanism”de bir “residency” programına katılacağım. Orada bir atölye çalışması gerçekleştireceğim.
Uzun bir süredir Dublin’den sinemacı bir iş arkadaşımla birlikte, bu alanda bir üretimi olmayan insanlara film çekmeyi öğretiyoruz. Bu benim akademideki birikimlerimi insanlarla paylaşma yöntemim. Filmi çekerken, aynı mimarlık stüdyosundaki gibi, aşama aşama ilerliyoruz. Bir tema belirliyoruz ve toplu halde tartışıyoruz. Üzerine herkes fikrine dair bir anlatım/ sunum yapıyor.
16-20 Mart tarihinde herkese açık bir şekilde bu yoğun atölye çalışmasını gerçekleştirmiş olacağız. Teması kitabımızınki ile aynı, “kentsel bellek.” Bu temayı nasıl yorumlayacaklarını birlikte tartışacağız. Berlin bu anlamda önemli bir nokta. O nedenle de heyecanlıyım.
Görsel: Blade Runner (Bıçak Sırtı) filminin futuristik mimarisi