Mehmet Ergen birkaç ay önce Şehir Tiyatrolarının genel sanat yönetmenliğine getirildi. Bu İstanbullu tiyatroseverler ve şehir tiyatrosu için büyük bir şans, çünkü Ergen başta Arcola olmak üzere İngiltere’de Peter Brook ödülü kazanan tiyatrolar kurmuş, Türkiye’ye geldikten sonra da Yeni Kuşak Tiyatro, Talimhane Tiyatrosu gibi oluşumların başını çekmiş, 150’den fazla oyun yönetmiş üretken bir yönetmen, yapımcı, çevirmen, genel sanat yönetmeni, aklında yaklaşık 5000 adet oyunun sinopsisinin durduğunu söyleyen, kendi deyimiyle tam bir “tiyatro ineği”. Ergen’le geçmişinden Londra’ya ve Şehir Tiyatrolarındaki projelerine değindiğimiz bir söyleşi yaptık.
Tiyatroya nasıl başladınız?
Tiyatroya Muhsin Ertuğrul sahnesinde ilkokulda, müsameredeyken başladım. Sonra Devlet Konservatuarında bale okurken yine burada bir müsamerem vardı. Demek ki kaderim buradaymış. Yatılı okudum. Bazen bizi tiyatroya götürürlerdi, özellikle Kenterlere gitmeyi çok severdik çünkü sıcak su vardı. Yatakhanede herkes derdi, “Kenterlere tiyatro gezisi var, gidin kafaları yıkarsınız!” Çünkü bizim sular akmıyordu. Tiyatro böyle başlar mı, evet başlar. Liseyi biraz zor bitirdim ama lisedeyken paralel olarak annem piyanist olduğu için, konservatuarda piyano bölümündeydim, gene Kadıköy konservatuarında şan bölümündeydim. Balede iki yıl kaldım oradan çıktım sonra da İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi kazandım ama aynı yıl Bilsak açılmıştı. 1402’li tabir edilen, bu kurumdan atılan, -her 10 veya 20 yılda bir buradan atılan insanlar oluyor – Beklan Algan, Ayla Algan, Taner Barlas, Macit Koper, Cevat Çapan, Ahmet Levendoğlu gibi muazzam bir ekibin kurduğu Bilsak’ta eğitime başladım. Onun sonunda da biraz da hocalarımın tavsiyesiyle iki aylık parayla Londra’ya gittim ve kaçak göçek bir şekilde, sığınmacı, sokaklarda kalarak filan ısrarla orada kaldım. Sonra hem bir ev tutup hem çalışmanın ne kadar zor olduğunu anlayarak fabrika binalarını tutup onları tiyatroya dönüştürüp bodrum katlarında yaşayarak hayatımı idame ettirdim. Keşke memuriyete girseydim! Bu kadar uzun yıl aldı memuriyete girmem.
“TEKSTİ KEŞFEDİNCE TİYATROYA BAKIŞIM DEĞİŞTİ”
Biraz giriş yapmış olduk ama Londra’da bir yabancı olarak tiyatro kurmayı nasıl başardınız?
Bildiğiniz gib Londra çok tiyatrosu olan bir şehir, özellikle Fringe dünyasını çok sevdim. Giriyoruz küçük odalara, orada 30-40 tane iskemle, ortada bir masa, birileri oynuyor… Tekstin ne kadar önemli olduğunu anladım. Sanıyorum özellikle Bilsak döneminde Barbalar, Grotovskiler çok konuşulurdu. Özellikle Beklan hocanın artık tiyatronun edebiyatın kelepçelerinden kurtulup asal yaratıcının oyuncu olması gerektiği üzerinden söylemleri vardı. Ama bunun nedeninin biraz da aslında bizim tekst bilmediğimizden kaynaklandığını gördüm. Arthur Miller gibi bir adamın belki 75 tane oyunu var ama biz altı tanesini biliriz, Lorca biraz daha fazladır oyunları kısa olduğu için, yani tekst bilmiyoruz. Bu kurumda da mesela, geçen kırk yılda Hedda Gabler, Bebek Evi, Hedda Gabler (İbsen oyunları) olarak bir tenis maçı içerisindeyiz, birçok oyunu yapılmıyor. Orada teksti keşfettim. Teksti keşfedince tiyatroya bakışım biraz değişti. Çünkü sevdim o oyunları çok, bir de bizim daha deneysel daha yenilikçi tiyatroyu öğrenmemizin sebebinin edebiyatla çok haşır neşir olmamamız olduğunu anladım. Hem o kadar teksti ezberlemek zorunda kalmıyorduk, hem de sanki gerçekten o dönemin bittiğini sanıyorduk. Bizde kuramsal olarak 19. yüzyıl sonunda Shawla, İbsenle, Strindbergle modern tiyatronun başladığını söyleriz ama, şu anda İstanbul’da 250 oyun oynuyor bir tane Bernard Shaw göremeyiz aralarında. Dolayısıyla biz bugünlere nerelerden geldiğimizi bilemediğimiz bir ortamdayız. Türk tiyatrosunda da büyüklerimizin, duayenlerimizin birkaç yıl orada kalıp, 50’lerde, 60’larda, o birkaç yılda öğrendikleri tekstleri geldikleri zaman ne kadar tekrar ettiklerini gördüm. Bugün bile hala temcit pilavı gibi aynı oyunları döndürmelerini başka oyun bilmediklerine veriyorum. Bu kuşak içinse gerçekten affedilecek bir durum yok google’da “en iyi 50 oyun” diye yazınca çıkacak oyunların 30’unu senin tiyatron yapmamışsa zaten ne bekliyorsun dedirtiyorlar insana.
Arcola’da neler oynuyordunuz?
Arcola önce sıfır ödenekle başladı. İngiltere’de biraz kendini kanıtla sonra bakarız durumu vardır. İlk beş yılı çok zor geçti. Özellikle ilk iki yılı, gerçekten o geceki gişeyle yemek alıp yiyip uyuyup sonra tekrar kalkıp tiyatro yapmaya başladığımız bir dönemdi. Oyuncuların en fazla dört hafta tiyatro yapma arzuları olduğu için biz her dört haftada iki tane oyun çıkarırdık, iki stüdyomuz vardı. İlk dönemde çok farklı oyunlar yaptım. 38 kişilik bir kadroyla Günter Grass’ın ‘Ayak Takımı Ayaklanmayı Prova Ediyor’unu yaptım, neden acaba diye hâlâ sorarım kendime…Marat/Sade yaptık. Seçme yapar gibi yaptık, 50 kişi başvurdu ellisini de aldık, çılgın bir Marat/Sade yaptık. O sezon Peter Brook ödülünü aldı tiyatro. Sonra biz yeni yazarlar meselesine çok takıldık Arcola’da. Ben programımı dört çeyreğe böldüm. Anlayışım hep şuydu; bir kere İngilizler İngiliz, İrlanda ve Amerikan tiyatrosunu çok iyi biliyor ve her ülkede olması gerektiği gibi yazarlarının yüzde 80’i kendi dillerinde olan yazarlar. Türkiye’ye gelince de yine İngiliz yazarlar oluyor enteresan bir şekilde. Repertuarı dörde bölüyordum. Bir çeyrek, yeni bir tiyatro, o mahallenin tiyatrosu olduğu için kesinkes en önemli klasikler diye düşündüğümüz oyunları yaptık. Macbeth yapılmıştır, Charles Dickens yapılmıştır. Bir çeyreği tamamen yeni ve oranın sosyopolitik, sosyoekonomik sorunlarıyla ilgilenen oyunlar… Diğer bir dörtte biri; İngiliz tiyatrosu biraz Avrupa tiyatrosunu biliyor gibi yapar, biz onlara böyle bir sezon sunarız. Bu sezonlardan bir tanesi Son Vals’ti. Burada bu Avusturya hanedanlığının kalıntıları olan Wedekind, Schnitzler ve Hauptmann gibi üç yazarın üç oyununun yepyeni çevirilerini oyun yazarlarıyla eşleştirerek yeni versiyonlarını yaptık. Diğer bir dörtte bir de hani “bunu ben hayal edemezdim” diyebileceğiniz, çok ilginç fikirlerle gelen insanların projeleriydi. Mesela bir Veba uyarlaması yaptı Neil Bartlett, inanılmazdı. Repertuara bakışım hep böyle oldu yani.
“NİYETİNİZ VARSA BEN GELİRİM, DEDİM”
Şehir Tiyatrolarının genel sanat yönetmenliğine nasıl geldiniz?
Tavsiye edildiğimi duyuyorum birçok kaynaktan. Cem Mansur’la aynı anda, o CRR’ye ben buraya…Gelmezler ki, keşke filan üzerinden bir takım polemikler yürürken ben de genel sekreteri ziyaret ettim ve dedim ki böyle bir niyetiniz varsa ben gelirim. Koşulların tabii ki benim Avrupa’da yaşadığım koşullar gibi olmadığını söylese de ben bu tiyatronun bir süre başında olmayı tercih edeceğimi kendilerine söyledim. Çünkü gerçekten merak ettiğim bir husus var: Bir şehir içinde olabilecek, dünyadaki en büyük tiyatrodan sözediyoruz, en çok oyuncusu, teknisyeni, sahnesi, en çok imkânları olan…Kunduracılarından döşemecilerine, boyacılarına, dekor atölyeleri, marangozları demirhanelerine…Ve elinin altında 380 oyuncuyla nasıl dünyanın en önemli repertuarını sahneleyemeyişinin neden olduğunu merak ettim. Tabii ki bunun politik nedenleri de var ama yalnızca politik nedenlerle olmadığını düşünüyorum.
Darülbedai’nin kuruluş misyonu neydi ve şimdiye kadar bu misyona uygun davranılmış mı?
Aslında Cumhuriyet’ten bile eski bir tiyatro olarak herhalde kalıcı bir tiyatro olmaktı misyonu. Gelecek Türkiye Cumhuriyeti’ne batılı anlamda çağdaş eserlerin sahnelendiği kalıcı bir tiyatro bırakmak…İşin enteresan tarafı Türkiye’nin çok daha fakir olduğu, İstanbul nüfusunun daha yüzbinlerde olduğu dönemlerde bir sezonda 8-10 tane Avrupa klasiği ve Muhsin Ertuğrul’un desteğiyle edebiyatın birimlerinden oyun yazarlığına geçen insanlarla 12-15 yerli oyun yapıldığını görüyoruz. Fakat mesela biz bu sezonu iki tane iki kişilik yetişkin oyunuyla açmış vaziyetteyiz. Mart’ta bunu değiştiriyoruz tabii ama sanırım o misyondan biraz gerilenilmiş. Gencay Gürün zamanında ciddi bir hamle yapıldığını görüyoruz, Kenan Işık zamanında da devam etmiş ama son 15 yılda siyasi baskıların tiyatroyu biraz yavaşlattığı, tiyatro içindeki bazı insanların da bu durumu kullandıkları ya da kendilerine otosansür uygulamalarından dolayı kaliteyi biraz düşürdükleri aşikâr.
“YENİ YÖNETMELİK ÜZERİNE ÇALIŞILIYOR”
Genel olarak ne gibi sorunlar var?
Aslında bundan 50-70 yıl önce de konuşulan konuların hâlâ durduğunu görüyoruz. Ben bu üç aylık süre içerisinde oldukça büyük değişiklikler yaptığımı sanıyorum. Bir kere dünyanın hiçbir yerinde olmayan edebi kurul diye bir şey var. Bir oyunun edebi kurula girip oynanabilir ya da oynanamaz diye oylanması, dün yazılan bir oyunla Jean-Paul Sartre’ın aynı masada tartışılması gibi saçmalıklar var. Bunun olmaması gerekiyor ama tabii bu yeni bir yönetmelik gerektirir, yeni bir yönetmelik üzerine çalışılıyor. Birimler ve görev tanımları çok bariz değil. Bir dramaturg almak istiyorsunuz o sırada oyuncu kadrosu var, ona oyuncu kadrosu veriyorsunuz, o zaman oyuncu alamıyorsunuz onun yerine…Aslında liyakatten bahsediyoruz. Bir tiyatroya bir genel sanat yönetmeni geldiği zaman dünyanın her yerinde kendi ekibiyle gelir, dışarıdadan da beğendiği, kendi vizyonuna yakın dramaturgları, çevirmenleri, oyun yazarlarını, yönetmenlerini yanında getirir. İnsanlar çalıştıkça para kazanırlar. Ama bunun yerine siz olan kadroyla yeni bir vizyon yaratmaya çalışıyorsunuz. Olan kadronun da çalışanı da çalışmayanı da aynı parayı alıyor. Bunların aynı zamanda dokunulmazlıkları da var. Bu da işi zorlaştırıyor bir anlamda ama gene de yapılmayacak bir şey değil. Hâlâ bu tiyatronun İstanbul’un hatta Avrupa’nın en iyi işlerine imza atamamasının tek sebebi vizyonsuzluk olabilir. Maddi sorunları yok. Manevi sorunları olmaması lazım, kendisiyle çok övünen bir tiyatro dolayısıyla işlerin iyi olmaması için hiçbir sebep yok. Ben çok olumlu bakıyorum geleceğe.
“REPERTUARIN DEĞİŞMESİ GEREKİYOR”
Nelerin değişmesi gerekiyor?
Repertuarın değişmesi gerekiyor, şu anlamda. Bizde en az 35-40 oyun dönüyor bir ay içerisinde. Bunların kaçını dünyanın bir başka yerinde bir başkası oynar diye düşünmek lazım. En az yarısını kimse oynamaz. Bugün eski Yunan’dan bahsediyorsak ve biz bu topraklarda son 40 yılda Sofokles oynamamışsak zaten büyük bir yanlışın içerisindeyiz. Öripides’in Medeasını iki kez yapmışız başka bir oyununu yapmamışız, sanıyorum iki Medea bir Bakaları oynamış. Ya da çağdaş Amerikan tiyatrosu Eugene O’Neilldir diyorsak ve son 40 yılda bir O’Neill yapmışsak, Arthur Miller’in bir oyununu, Pinter’ın bir tane oyununu yapmışsak gerçek bir repertuar tiyatrosu değilizdir. Onlar yerine neler yapmışız diye baktığımız zaman da elimizdeki oyun listesi çok iyi değil. Bunun dışında sokağa çıktığımız zaman bir AVM’de gördüğümüz insanları biz sahnede görmüyoruz. Günlük yaşamda konuştuğumuz şeyleri, kendi kimlik krizlerimizi sahnede görmüyoruz. Dışarıda yapılıyor biraz ama bu tiyatro sanki o dışarıdaki havanın çok farkında değil. Buna çok başka bir şeymiş gibi bakanlar da var. Mesela Murat Mahmut Yazıcıoğlu’nun buraya gelmesi ve “Sen İstanbul’dan daha güzelsin”in bu sefer de Sultangazi’de Ümraniye’de Üsküdar’da gösterilmesi sanki bir şeyi tekrar ediyormuşuz gibi algılanıyor. Halbuki o oyun sadece stüdyo tiyatrolarında belli fiyatlarla oynadı. Şimdi biz onu 10 liraya oynayacağız ve gençler belki de hayatlarında ilk defa üç kuşaktan üç kadının olduğu bir oyun seyredecekler. Yani özetlersek: Birinci kategoride dünya çapında Eski Yunan’dan Rönesansa oradan modern tiyatronun kuruluşuna 20. yüzyıl klasiklerine en büyük oyunları yapmış olmamız gerekiyor, bir. İkinci kategoride şu anda yaşayan toplumumuzun yaşayan yazarlarının gerçekten tanıdık karakter ve mekanlarını sahnede görüyor olmamız lazım. Birinci perde metrobüs ya da ikinci perde Bodrum’da bir sahil kasabası demesi lazım. 3. bir kategori dünya çapında yazarlar sürekli çıkıyor. Tony kazanan Moliere kazanan dünyanın konuştuğu bu yazarları 50 kişilik tiyatrolarda görüyoruz. Şehir Tiyatrosunun bu yarışa çoktan girmiş olması lazımdı girmemiş. Biz kamu parasını en iyisine harcamalıyız, çünkü biz en iyisiyiz ve en büyüğüyüz diye bakmamız lazım. Bir başka kategori, bu tiyatronun orkestrası var, orkestra şefleri var. Burada her yıl yerli ya da yabancı bir müzikalin yapılması lazım.
Yeni bir repertuar yaptınız, biraz anlatır mısınız?
Mart ayı dünya kadınlar günü haftası ve geçen kırk yılı analiz ettiğim zaman bir şey farkettim: 260 oyun var, ve bunun sadece 25 tanesinin yazarı/yönetmeni kadın. Yazar ve yönetmen bu işin asal yaratıcısı ve seyircisinin, oyuncusunun çoğunun kadın olduğu bir toplumda yazar yönetmenin en azından eşitlikte olmaması, o sesi duymamamız ve kadın olgusunu erkek yazar üzerinden anlamaya çalışmamız… Özellikle bu yeni Osmanlıcı dönemden çıktığımız şu günlerde, oyunlarda bir takım cariyelerin, kikir kikir kikirdeyen, hep cinsellikleriyle ayakta kalmaya çalışan bir takım kadınların olduğu bir tiyatro var. Bu 21. Yüzyıl için çok itici bence. Dolayısıyla bizim yeni sezonumuzda kadın yazar ve yönetmenler çoğunlukta. Bu sadece Darülbedai için değil herhalde dünyadaki bütün ödenekli tiyatrolar için bir ilk olacak.
“YENİ SESLERİ İÇERİ GETİRMEMİZ GEREKİYOR”
Repertuar dışındaki yenilikler neler?
Yönetmelikte en sevdiğim maddelerden biri, genel sanat yönetmeni istediği kadar sahne açabilir ve turne organize edebilir. Burada çok hızlı ilerliyoruz, sanırım ilk iki yılın sonunda 10 sahne 15 olmuş olacak. Hasanpaşa’da gazhane diye eski bir yer var orada iki tiyatronun inşası şu an sürüyor yazın bitmiş olacak, sezona iki yeni salonla orada gireceğiz. Muammer Karaca’da çalışmalar başladı, İstiklal Caddesi’nde bir varlığımız olması gerektiğini düşünüyorum. Şehir Yazarlarını Arıyor diye bir projemiz var. Orada yetiştirdiğimiz yeni yazarların belki daha deneysel, daha kendilerine özgü söylemleri olacaktır, onlar gibi oyunların sahnelenebilmesi için Sultangazi ve Kağıthane’de iki tane stüdyo tiyatrosu kuruyoruz. 40 tane oyunun aynı kulvarda dönüp hepsinin her sahneye gitmesi zorunluluğunun bitmesi lazım. Çağdaş Gösteri Sanatları yıllar önce olan bir oluşumdu, Emre Koyuncuoğlu liderliğinde tekrar harekete geçti. Sayın Ekrem İmamoğlu da sağolsun bizim binamızdaki makam odalarından birini yeni bir prova salonuna dönüştürmemize izin verdi. Dolayısıyla daha fazla stüdyo, daha fazla atölyeler hem iç hem dış eğitim, yeni yazar yetiştirme programları ve reji atölyeleriyle hızla kendimizi yenilememiz ve yeni sesleri içeri getirmemiz gerekiyor. Tiyatro kendine yeni sözler versin istiyoruz.