Türkiye’de Mimarlık Eğitimi 18. Yüzyıldan Günümüze Kurumsallaşma Eşikleri başlıklı sergi, 6 Aralık’ta Salt Galata’da açıldı. Mimar-akademisyen Uğur Tanyeli, Arzu Erdem ve Esra Kahveci tarafından programlanan, Salt’tan Orkun Dayıoğlu ve Eylül Şenses tarafından hazırlanan sergi, askerlik ve mühendislik ile bütünleşik tek bir okulla başlayan, günümüzde Türkiye genelinde yüzü aşkın okula yayılmış olan mimarlık eğitiminin ve bu akademik manzaranın gündelik yaşam içindeki seyrini anlatmayı amaçlıyor. 31 Mart’a kadar görülebilecek olan sergiye ve konuya dair akademisyen Arzu Erdem ile konuştuk.
Türkiye’de Mimarlık Eğitimi: 18. Yüzyıldan Günümüze Kurumsallaştırma Eşikleri sergisi kapsamında bahsi geçen eşikleri nasıl tanımlıyorsunuz? Türkiye’de mimarlık eğitimi tarihine baktığımızda bu bağlamda hangi dönüm noktalarını sayabiliriz?
İlk dönem okullaşma öncesi dönem olarak varsayılabilir. Farklı coğrafyalardakine benzer şekilde burada da mimarlık, doğrudan mesleki pratik içinde çalışarak ve inşai etkinlik yaparak öğreniliyordu. Bu dönemde kurum ya da kurumsallaşmadan söz etmek mümkün değil elbette. Ancak I.Mahmut döneminde askeri mühendis yetiştirmek için açılan Hendesehane’nin 1775’teki kuruluşundan başlayarak bugüne uzanan kesintisiz bir tarihçeden söz edilebilir. 1795’te Mühendishane-i Cedide’de istihkam ve topçu subaylarının teknik öğretimine başlanması ve 19. yüzyıl başında Mühendishane-i Berri-i Hümayun adıyla yeniden örgütlenmesi, kurumsallaşmanın erken dönemi olarak tanımlanabilir. Erken dönem 1883’te Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’nin kurulup özgül bir mimarlık öğretiminin başlamasına dek sürer. Erken dönemi özgün kılan, mühendislik öğretimiyle bütünleşik ve askerlik alanıyla doğrudan bağlantılı bir mimarlık öğretiminin varlığı.
İkinci eşiği belirleyen ise ilk sivil mimarlık okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi / Güzel Sanatlar Akademisi’ni izleyen İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde Mimarlık Fakültesi’nin kuruluşu, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin kuruluşuyla birlikte mimarlık öğretiminin İstanbul dışına doğru genişlemesi ve sonrasında Trabzon, İzmir, Adana, Konya gibi kentlerin mimarlık okullu kentler haline gelmesi.
Üçüncü eşik, Türkiye siyasal tarihinde de bir eşik olan 1982’de askeri darbe ile başlayan YÖK rejimi ile yakın ilişkili. Giderek çoğalarak ülke sathına yayılan neredeyse tektipleşmiş mimarlık okulları, bu dönemin en önemli sonucu.
Serginin arka plan kurgusunu da oluşturan son kurumsallaşma eşiğinin, bir önceki eşikle eş zamanlı, 1982 Anayasası ile önü açılan vakıf üniversitelerinin kurulması olduğu söylenebilir. Günümüz itibarı ile Türkiye, KKTC ve Balkanlarda 61’i kamu üniversitesi olmak üzere YÖK sistemi içerisinde 119 kurumda mimarlık eğitimi veriliyor.
Sergi içeriğinde mimarların okullu olmasının, yani mimarlık okulu tarihinin, Türkiye’nin diğer pek çok ülkeye göre erkenci olduğu konulardan biri olması dikkat çekici. Bu erkenci yaklaşımı neye bağlayabiliriz?
Bu soruya biraz tarihçiliğe öykünerek yanıt vereceğim sanırım. Henüz sivilleşmemiş ve mühendisliğin bünyesindeki öğretim etkinlikleri, kentsel savunma ve bina yapımı ile ilişkili pratikleri üstlenecek asker tasarımcıların yetişmesini gerekli kılıyor. Osmanlı’nın askeri teşkilatlaşma tarihçesi, erkenci olma durumunu açıklıyor. Bu durum uzunca bir süre etkin oluyor. Harbiye’de de kabaca Cumhuriyet Dönemi’ne kadar “fenn-i mimari” dersleri okutulmuş ve özellikle taşrada yönetimin ihtiyaç duyduğu pek çok yapı, subayların tasarımı olarak ortaya çıkmış. Dolayısıyla, Harbiye de uzun süre bir tür mimarlık okuludur.
Aslında bu sadece bize özgü bir durum değil şüphesiz. Mühendislikle bütünleşik mimarlık öğretimi, Fransa’dan başlayarak politeknik okullar çerçevesinde tüm 19. yüzyılda yaygın. Asker-mimar kariyerleri de örneğin İngiliz ordusu için olağan gözükür. Ancak her yerde olduğu gibi Türkiye’de de zaman içinde mühendislik-mimarlık kopuşu yaşanacaktır. Kuşkusuz bunun buraya özgü olan ve olmayan tarafları var.
Sivil mimarlık eğitimine geçiş ise Tanzimat ile ilişkilendirilebilir. Gerek dönemi hazırlayan siyasal ve sosyal gelişmelerin, gerekse de ferman sonrasında devlet mekanizmalarındaki dönüşümün toplumsal hayattaki etkileri gibi. Batıdaki benzerlerini örnek alan kentleşme pratikleri, Batı etkisinde mimari üretimlerinin teşvik edilmesi, dolayısı ile Batılı meslektaşları gibi yetişmiş teknik adamın, sanatçının, mimarın yetişmesi gerekliliği sivil mimarlık eğitiminin başlama gerekçesi olarak düşünülebilir. “Teknik adam” lafını özellikle kullandığımı belirtmeliyim zira tahmin edilebileceği ve sergideki görsellerde de izlenebileceği gibi ilk dönemlerde bütün mimarlar erkek!
Sergi içeriğinin bir yerinde “mimarlık eğitiminde yaşamsal önemi olmasına karşın tasarım sektöründen kopuşun başladığından” bahsediyorsunuz. Bu kopuşun zamanını ve nedenlerini açar mısınız?
Mimarlık akademyası aslında eğitimin içeriği ve pratiğin beklentisi gereği, tasarımla ilişkili olmak zorunda. Eğitimin ana omurgasını mimari tasarım stüdyolarının oluşturması ve öncül yetkinliğin bu anlamda belirleniyor olması en iyi gösterge. Ancak akademisyen olarak performansınız bambaşka kriterlerle ölçülüyor. Ne ve nasıl yaptığınızdan çok ne kadar çok yazdığınız önemseniyor. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak tasarım pratiklerinden uzaklaşmaya teşvik ediliyorsunuz (!) Akademik performansınız da, ilerlemeniz de yazdıklarınız ve bilimsel araştırmalarınızın öncelikli ele alındığı bir değerlendirme sistemi ile ölçülüyor. Bu da daha bir uzmanlaşma beklentisi ve tanımları birlikte getiriyor. Dünyanın neredeyse tümünde kendi özgül idari ve akademik kuralları olan mimarlık okulları, Türkiye’deki genel üniversite kalıplarının ya da YÖK sisteminin içine kapatılmak durumunda.
Sergi ön gösteriminde mimarlık eğitimi tarihinden “çalkantılı bir tarih” olarak bahsedildi. Bunda anlamlı bir tarihsel okuma sunarken gerekli olan belgeleme, arşivleme, kayıt altına alma, görüntüleme gibi süreçlerin eksikliğinden kaynaklanan bir zorluk ve çalkantı hali olduğunu tahmin ediyorum. Doğru mu?
Doğrudur. Serginin hazırlıkları sırasında mümkün olduğunca çok okula ulaşmaya ve arşiv araştırmasını genişletmeye, dolayısıyla da kapsayıcı olmaya çalıştık. Ancak belgeleme, arşivleme, kayıt altına alma, kurumsal bellek oluşturma ya da tüm bu süreçleri önemseme hususunda yaygın bir eksikliğimiz olduğunu üzülerek deneyimledik. Aslında ironik olan belgeleme ve araştırmanın başat olduğu bir eğitimde, bireysel olarak önemsediklerimizi kurumsal düzeyde gerçekleştirmekten imtina etmemiz sanırım. Bu arada, desteklerini esirgemeyen ve arşivlerini cömertçe paylaşan kurum ve kişilere teşekkür etmek isterim bir kere daha. Onlar olmasa bu sergi olmazdı.
Bu serginin şüphesiz eksikleri de çok. Ama umarım mesela stüdyo eğitimini, değişen müfredat yapılarını ya da daha başka birçok konuyu tartışmaya açacak bir sürü sergiye, etkinliğe başlangıç olur. Hatta, bir mimarlık müzesini gündeme getirebilse ne esaslı olur!
Serginin kapsamının açılıştaki konuşmanızda mimarlık bölümlerindeki kadın öğrenci sayısındaki gözle görülür artıştan ve fakat bunun mesleki üretim süreçlerine yansımamasından bahsettiniz. Yani kadın öğrenciler sayıca fazla olmasına rağmen, bu çokluk profesyonel iş yaşantısına yansımıyor. Sizin de belirttiğiniz gibi toplumsal cinsiyet eşitliğinin mimarlık eğitiminde nerede durduğu önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Siz bu konuda ne düşünürsünüz?
Toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimde söz konusu olduğunda erkeklerin aleyhine bir durum var. Geçtiğimiz senenin YÖK Atlas verilerine göre üniversite öğrencilerinin neredeyse yüzde 70’i kadın. Toplumsal cinsiyetin sadece kadın ve erkek seçeneklerini içerdiği bir durum üzerinden örnekliyorum. Ancak, mimarların katılımının söz konusu olduğu herhangi bir mesleki etkinliğe baktığınızda erkeklerin baskın olduğu ortamlarla karşılaşırsınız. Yarışma jürilerinde de, panellerde de, seçici kurullarda da durum aynı. İş ilanlarındaki askerliği yapmış olma koşulu sanırım tüm mimarlık etkinlikleri için geçerli.
Günümüzde mimarlık eğitiminde en öncelikli mesele nedir peki?
Bu soruyu yanıtlamadan önce, serginin adındaki eğitim sözcüğünün neden öğretim ya da öğrenim yerine tercih edildiği ile ilgili bir konuyu açıklamak isterim. Aslında eğitim kapsayıcı olması itibarı ile seçildi. Eğitim (education) hem öğretim (teaching) hem de öğrenim (learning) kavramlarını kapsıyor. Mimarlık eğitimindeki önemli paradigma eşiklerinden biri öğretim ve öğrenim arasındaki geçiş. İlk dönemlerde -ki bunu sergideki görsellerde de izlemek mümkün- öğreten daha önemli bir rolde. Öğretenin iktidarı daha belirgin. Nasıl öğreteceğiniz öncelikli mesele. Günümüzde ise özellikle yakın geçmişte ‘öğrenen odaklı eğitim’ pedagojilerinin yaygınlaşması ile öğrenme öğretmeden daha öncelikli hale geliyor. Öğrenen otonomisi belirleyici. Dolayısıyla öncelikli mesele de öğrenen kadar çeşitli ve çok.
Soruya gelince, günümüz mimarlık eğitimindeki en öncelikli meselenin ne olduğundan çok da emin değilim. Ama ne olabileceği konusunda sanırım bir şey söyleyebilirim. Çokluk ve çeşitliliğin belirlediği bir eğitim ortamında etik duruş önemli diye düşünüyorum. Burada söz etmek istediğim sadece meslek etiği değil şüphesiz. Öğrenen otonomisini önemseme öğretenin öncül etik meselesi. İnsan türünü de kapsayan her türlü canlı odaklı, doğa odaklı, yerleşme odaklı, enerji odaklı ve bunun gibi yaşamsal önemi olan her şeyin tartışmaya açılabildiği, sorgulanabildiği, önemsendiği eğitim ortamlarını sağlayabilmek en öncelikli mesele diye düşünüyorum kısacası.